30 Mart 2013 Cumartesi

Semerkant Randevusu

Halife Bağdat’ta sarayının balkonunda otururken, baş vezirinin büyük bir heyecanla nefes nefese koşarak geldiğini görür. Bu aşırı heyecanın nedenini merak ederek, hemen yanına gelmesini ister. Vezir Halife'nin ellerine yapışır ve ağlamaklı bir sesle adeta yalvararak;

- Yalvarıyorum sultanım, bana izin verin, hemen şehirden gideyim.
- Neden, ne oluyor, nedir bu heyecanın?
- Az önce saraya gelmek için büyük bir meydandan geçiyordum, yürürken birinin bana çok dikkatli ve çok tuhaf baktığını hissettim, döndüm ve tam arkamda Azrail'i gördüm.
- Azrail'i mi gördün, emin misin o olduğuna?
- Evet, yeminle oydu, görür görmez tanıdım. Simsiyah giyinmişti, boynunda siyah atkısı vardı. Gözlerini bana öyle dikmişti ki, sanki beni korkutmak istiyor gibiydi. Eminim beni arıyordu. Ne olur, destur verin de, hemen buradan gideyim. En iyi atı alacağım ve doğru Semerkant'a gideceğim. Eğer hemen yola çıkarsam, akşam olmadan Semerkant'ta olurum.
- Gercekten gördüğün Azrail miydi, emin misin?
- Çok eminim Halifem. Şimdi seni nasıl görüyorsam, onu da öyle gördüm. Senin sen olduğuna nasıl eminsem, onun da ölüm meleği Azrail olduğundan o kadar eminim. Ne olur daha fazla vakit kaybetmeden izin verin de hemen gideyim. 


Vezirini çok seven Halife, tam ikna olmamasına rağmen gitmesi için izin vermiş. Vezir koşarak kendi evine gitmiş, en iyi atını çabucak eyerlemiş ve arkasına bile bakmadan dörtnala şehirden çıkmış; karanlık basmadan Semerkant'a ulaşmak, olabildiğince Azrail'den uzaklaşmak kararındaymış. 


Veziri gittikten sonra Halife'nin içi rahat etmemiş ve zaman zaman yaptığı gibi kıyafet değiştirerek sarayın arka kapısından çıkıp halkın arasına karışmış. Ağır adımlarla büyük meydana gelmiş ve biraz yürüdükten sonra bir köşede durmuş, tam o sırada , o da tanımış Azrail'i. Anlamış ki, veziri gerçekten de yanılmamış.

Azrail aslında tanınması çok kolay bir kılık içinde, yavaş yavaş dolaşıyormuş. Zaman zaman bir yaşlı adamın sırtına dokunuyor, elinde yükleriyle giden bir kadının kolunu hafifçe tutuyormuş, ama Halife'nin dışında, insanlar hiçbir şey fark etmiyorlarmış. Halife heyecanla Azrail'e doğru yürümeye başlamış. Azrail de kılığını değiştirmiş olmasına rağmen onu tanımış ve saygıyla eğilerek selam vermiş. Halife iyice yanına yaklaşıp kulağına eğilmiş;

- Sana bir şey sormak istiyorum, demiş.
- Seni dinliyorum sayın Halife.
- Benim baş vezirim henüz çok gençtir, sağlıklıdır ve bildiğim kadarıyla çok namuslu, inançlı ve dürüst bir insandır. Bu sabah saraya gelirken onu bakışlarınla çok korkutmuşsun. Neden ona öyle tuhaf baktın ?

Azrail sakin bir sesle cevap vermiş:

- Ben aslında onu korkutmak istemedim, ona korkutacak bakışlarla da bakmadım. Meydanda kalabalığın arasında tesadüfen yan yana geldik, onu aramıyordum bile. Ama birdenbire karşılaşınca çok şaşırdım ve ona bakarken şaşkınlığımı gizleyemedim. Onun benim bakışlarımda gördüğü sadece şaşkınlıktı.
- Peki, neden bu kadar şaşırdın?
- Onu burada, Bağdat’ta göreceğimi hiç sanmıyordum. Onun Semerkant'ta olacağını sanıyordum; çünkü bana verilen emirde, onunla randevumuz bu akşam, hava karardığı sırada Semerkant'ta...


Bir kaç hafta önce felsefe dersinde konu içinde anlatılan bir hikayeydi bu. İlginç geldi o yüzden paylaşmak istedim. Kalın sağlıcakla...