10 Aralık 2013 Salı

Kedi Sahiplenmek

Ne zamandır hayata geçirmek istediğim bir şeydi bu, bir hayvan sahiplenmek ve bu geçtiğimiz ayın 15'inde gerçekleşti. Bu yazımda kedi sahiplenmek isteyenler için kendi deneyimlerimden bahsederek yardımcı olmaya çalışacağım. Öncelikle evde hayvan besleme isteğim kendimi bildim bileli vardı. Bunu hayata geçirmek için üniversiteyi kazanmayı bekledim; ancak üniversiteyi kazandığımda 3 sene boyunca nasıl olacak diye düşünmekten bir türlü hayvan sahiplenemedim. Bu isteğimi gidermek için akvaryum aldım; ama olmadı. Hatta bununla ilgili bir yazıda yazmıştım (Buradan okuyabilirsiniz). Üniversitenin son senesinde evlerinde kedi veya köpek bakan arkadaşlarım olunca onlardan cesaret alarak bir anda kedi sahiplenmeye karar verdim.

Herşey böyle başladı ve ben sadece bir kedi sahiplenecekken tek kedinin yalnız kaldığında sıkılacağını ve depresyona girebileceğini öğrendiğimden dolayı arkadaşlarımın da etkisiyle iki kedi sahiplenmeye karar verdim. Gerçekten de bu onlar için daha iyi oldu.

Şimdi gelelim kediyi nasıl sahiplendiğime. Oturduğum semtteki bütün veteriner kliniklerinin numarasını internetten bulmakla işe başladım. Daha sonra bu numaraları arayarak kedi sahiplenmek istediğimi söyledim ve yaptığım aramaların hepsinde "Sen gel buluruz kedi" cevabıyla karşılaştım. Aslında bulunması iyi bir şey ama konuştuğum insanlardan kazıklayacaklarmış gibi ses tonu gelmesi hoş değildi. Arkadaşların veterinerini aradık orada da 1 tane kedi vardı yani buda fos çıktı. Tam her şeyden vaz geçecekken elimdeki listeden son bir numara daha aramaya karar verdim. Reklam gibi olacak ama onlar bunu hak ediyor. Son olarak Eryaman 3. etap'da bulunan Pet Planet Veteriner Kliniğini aradım. Kedi sahiplenmek istediğimi ve ellerinde kedi var mı diye sorduğumda bana "Siz bir gelin görüşelim." cevabını verdiler. Bende bu sefer "Tamam gelirim de kedi var mı?" diye sorumu yineledim ama gene karşıdan "Siz gelin de bir görüşelim" cevabını aldım. Diğer veteriner kliniklerine göre buradakilerin ilk önce beni görmek istemesi kendimi rahat hissetmemi sağladı ve bende oraya gittim.

İçeri girdiğimde beni iki bayan karşıladı. Tanışıp biraz konuştuktan sonra onları kedi bakma konusunda tatmin ettiğimden olsa gerek beni üst katta sahiplenme bekleyen kedilerin yanına götürdüler. Hepsinin bir hikayesi vardı kedilerin. Kimisi tekmelenmiş kimisi sokağa atılmış kimisi de köpek tarafından ısırılmıştı ve hepsi yavruydular. Biraz baktıktan sonra bana "Eğer gönlüne yatmadıysa Şükran Abla diye bir hayvansever dostumuz var onda da bir kedi var ona bir bak" dediler. Bende bir de o kediye bakmak istedim. Her neyse Şükran Abla kediyi getirdi, soğuktan taşıma kabına pusmuş küçükcük bir kediydi ve onuda köpek yavruyken ısırmıştı. Onu almak istediğimi ve veteriner kliniğindeki otoparkta tekmelenmiş uzun tüylü kediyi de yanına arkadaş olarak sahiplenmeye karar verdim. Votka ile Vişne'yi bu şekilde sahiplenmiş oldum. Birini köpek ısırmış diğeri otoparkta kimliği belirsiz bir o.ç. tarafından tekmelenmişti.

Her şey güzel giderken sahiplendikten 5 gün sonra Vişne hastalandı (Siyah-Beyaz olan). Sürekli hareketliyken bir anda bitkinleşti ve kusmaları arttı. 2 gün veterinerimize götürüp tedavi için aşı yaptıktan sonra kusmalarını ve isalini kesemedik. 3. gün veteriner hanım Vişne'nin klinikte kalması gerektiğini söyledi. Ertesi gün aradığımda serum takıldığını öğrendim. İkisi'ni sahiplendikten 10 gün sonra aşıya gelmelerini istemişlerdi bizde Votka'yı alıp kliniğe gittik. Vişne ile Votka'nın aşılarını yaptırıp eve geri dönmeyi planlıyorduk. Kliniğe geldiğimizde gene sıcak bir karşılama gördük ve Şükran Abla'da oradaydı. Bu iyidi çünkü bize sahiplendirdiği kediyi de görmüş oldu (Votka). Çok iyi göründüğünü ve büyüdüğünü söyledi. Biraz muhabbet ettikten sonra Vişne'yi sordum. Şükran Abla da "Hiç bakma oğlum çok kötü Vişne" dedi.

Sanırım o ana kadar biri hakkında hiç kötü haber almamıştım ve bu beni çok etkiledi. Daha sonra veteriner hanım geldiğinde onu görmek istediğimi söyledim. Merdivenlerden çıkarken elinden geleni yaptığını ama umutlu olmadığını ve bilincinin kapalı söyledi. Üst kattaki yoğun bakım olan yere gittik ve onu gördüm. Sanırım Şükran Ablayı dinleyip hiç bakmaya gitmemeliydim. Kucağımda Votka ile birlikte Vişne'ye baktık. Yan yatmış ağzı bembeyaz olmuştu ve arada nefes almaya çalışıyordu. Veteriner ağzından midesine kadar yaraların olduğunu söyledi. Nedenini sorduğumda bu sene bir virüsün olduğunu ve yavruların %50'sini bu şekilde kaybettiklerini söyledi. Cidden çok üzüldüm ve sadece 5 günümüzün birlikte geçtiği biri için bu kadar üzüleceğim aklıma gelmezdi. O kıpır kıpır, geceleri yanımda uyuyup arada yüzümü yalayan kedi yoktu. Midemi sıkıştırdı o hali. Üzüntüm yüzüme yansıdığından olsa gerek veteriner hanım "Üzülme, sen elinden geleni yaptın en azından son günlerinde bir yuvası vardı" dedi. 5 günde bu kadar bağlanacağımı düşünmemiştim.

Biraz konuştuktan sonra "Zor olabilir ama başka kedi sahiplenmek ister misin?" diye sordu. Biraz düşündükten sonra Votka için bunu yapmak gerektiğinin kararına vardım. O gün Votka ile Vişne'nin karneleri çıkacaktı Votka'nın karnesini çıkarttıktan sonra yeni sahiplendiğimiz kedinin adının Vişne olup olmadığını sordular. Bizde Vişne'nin yeri ayrı, Vişne olmasın diyerek adını Limon koyduk. Artık Votka ve Limonumuz vardı. Eve döndüğümde kedileri serbest bıraktıktan sonra çok kötü oldum. Sonraki 3-4 gün Limona Vişne dedik. Hala bu kadar kısa zamanda nasıl bu kadar alıştığımı çözebilmiş değilim; ama genede iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum. Bu arada Limon da belinden köpek tarafından ısırılmış. Artık onlarla birlikte yaşıyoruz.

10 gün sonra Limon ile Votka'nın karma aşılarını yaptırmak için veterinere gittik. Gittiğimizde Vişne'nin ölüp ölmediğini sordum. Klinikte çalışan bayan bana "Siz gittikten sonra o akşam öldü." cevabını verdi. Herhalde son kez bizi yanında istediğini düşünmekteyim.

Evde hayvan bakmak çok güzel bir duygu. Akşam eve geldiğinizde sizi karşılayacak birilerinin olduğunu bilmek gibisi yok. Bu zamana kadar sahiplenmediğim için pişmanım diyebilirim. Şu sürekli vazgeçme nedenim olan kıl-tüy, tuvalet, evdeki eşyalara zarar verecekler mi sorunlarının hiç birini yaşamıyorum. Hepsi gereksiz yere büyüttüğüm sorunlarmış. Hele tuvalet olayının bu kadar kolay çözüleceğini hiç zannetmiyordum. Eve getirdiğimde kumuna koymam yeterli oldu. Bir daha tuvaletlerini hep oraya yaptılar. Mamaya gelince, www.temizmama.com adresinden gönül rahatlığıyla alabilirsiniz. Türkiye'de üretim yapıyorlar ve çok çok ucuza mama satıyorlar. Evet insanın aklında bir şüphe oluyor ama kedi veya köpeği olan arkadaşlarımdan hep bu mamayı önerdiklerini gördüm. Gayet kaliteli ürünleri var bende tavsiye ederim. Eğer kuşkunuz varsa ve İzmir de yaşıyorsanız fabrikalarını ziyaret edebilirsiniz. Eğer böyle bir durumunuz yoksa facebook'da ki sayfalarını beğenip her ay seçtikleri 30 kişi ile tüm masrafların temizmama tarafından karşılandığı fabrika turuna seçilebilirsiniz. Kendilerine baya güveniyorlar. İlk defa çok reklam yaptım ama hakkettiklerini düşünüyorum. Kalın sağlıcakla...

Vişne'nin anısına...

19 Ekim 2013 Cumartesi

An'ı Yaşamak

Uzun zamandır düşündüğüm bir konu an'ı yaşamak. Arada düşünüyorum ne yapmak gerektiğini, an'ı yaşamak mı önemli yoksa gelecek için plan yapıp onun için yaşamak mı daha önemli diye. Açıkçası pek bir sonuca varamadım bunun için. Hangisinin daha önemli olduğunu bulmak zor. Şöyle bir etrafımdaki insanlara baktığımda onlarında pek bir şey bilmediğini gördüm. Açıkçası herkes karambole yaşıyor. Kimisine bakıyorum an'ı yaşıyor kimisine bakıyorum geçmişinde kaybolmuş. Kimisi de gelecekte kendine bir dal bulmuş ona tutunup çekelemeye çalışıyor.

Sanırım önemli olan hayatta bir amaç olması ve onun için bir şeyler yapmak. Bu sizi diğer insanlar içinde önemli biri de yapabilir. Hali hazırda bulunan sıradan bir insan olmaya devam da ettirebilir; ama önemli olan sizin amacınıza ulaştığınızda veya ulaşırken kendinizi mutlu hissetmeniz, gerisi boş.

Elbette herkesin geçmişiyle belli hesaplaşmaları veya gelecekle ilgili kaygıları vardır. Hiç olmadı şu anda yaşadığı sorunlarla ilgili kendini mutsuz hissetme durumundadır. Peki önemli olan ne? Kendini mutsuz hissetmemek mi yoksa gelecekte mutlu olacağın için şu andaki mutsuzluğa katlanabilmek mi? İkinci duruma göre yaşamımızı sürdürdüğümüzde an'ı yaşamaktan vaz geçiyoruz. İlk duruma göre yaşadığımızda an'ı kurtaracaz diye gelecekten vaz geçebilme ihtimalimiz var. Ha, bir de bunları düşünürken her şeyden mahrum kalıyoruz o da ayrı bir mesele.

Bir araştırmaya göre belirli insanlara iletişim aracı veriliyor ve bu iletişim aracını mutlu olduğu zamanları yazmaları isteniyor. Araştırmaya göre mutlu olan insanlar an'ı yaşayan insanlar. Bunların mesajlarına bakıldığında, sevgilimle dolaşıyorum, büyük bir ihale kazandım, ailemle birlikteyim gibi mesajlar olduğu ortaya çıkıyor. Mutsuz olan insanların mesajlarına bakıldığında, haftaya yapılacak olan sınav için kaygılanıyorum, geçmişte yaptığım bir hata beni rahatsız ediyor gibi geçmişe veya geleceğe yönelik düşüncelerden kaynaklı mutsuzluk gözlemleniyor. Bu araştırmaya göre de an'ı yaşamak insanlara mutluluk verdiği sonucuna varılıyor.

Gayet güzel bir araştırma. Herkese an'ın yaşanması gerektiğini denekler ile akademik olarak ispatlamış. İyi de an'ı yaşamak için geçmişte gelecek için bir şeyler yapmış olmak gerekmez mi? Yani vakti zamanında yaşamak istediği an dan fedakarlık ederek, gelecek de an'ı yaşayan yok mudur?

Gel de işin içinden çık! Evet mutlu olamak için an'ı yaşamak mantıklı; ancak gelecekte de mutlu olmak için sürekli an'ı yaşamak pek akla uygun değil. Ben oyun oynamayı severim ve oyun oynarken yaşadığım an bana mutluluk verir; ama ben bu an'ı yaşamaya devam edersem gelecekten fedakarlık etmiş olurum. Neyi ne zaman yapmanın daha iyi olduğunun farkına varmak gerektiğinde her zaman mutlu olunabilir. Genede kesin konuşmak mümkün değil.

Biraz daha açarsak, hani öğretmenler sınıfta fazla cıvıklık olduğunda "Ders zamanı ders, oyun zamanı oyun!" derler ya, işte onu uygularsak o zaman hem an'ı yaşamakta hem de gelecekte mutlu olunabilir. Neyi ne zaman yapmayı bilmek ile alakalı bir durum.

Ha gel gelelim böyle mi yapıyoruz? Hayır tabi ki. Ne yapsak da bir şeyleri erteleyip kendimizi rahatlatsak diye bakıyoruz. Bu da hem an'ı hem de geleceği mutsuzlukla geçirmemize neden oluyor. Açıkçası şu öğretmenlerin dediği akla uygun geliyor; ama ben de pek uygulamıyorum. Neyi ne zaman yapmamız gerektiğinin kararına vardığımız da her şey hallolacak gibi duruyor. Kahrolsun bazı şeyler. Sağlıcakla kalın.

6 Ekim 2013 Pazar

Sokakta 4 Gece: Son Bölüm, Belgrad

Uzun bir yolculuktan sonra interrail yolculuğumuzun başladığı ve biteceği yere gelmiş olduk. Aslında biraz hüzün vardı burada da sanki 2-3 gün önce ayrılmış ve geri dönmüş hissini yaşadık. Gerçi fazla süremedi çünkü 3 günlük pislik ve rahat bir yerde yatamamadan kaynaklı hafif bir yorgunluk da vardı. Hemen kendimizi istasyondan dışarı atıp otelimize gitmek için bir taksi aramaya başladık. İlk taksiye gittik ve hiç pazarlık yapmadan 10€ ile otelimize bırakmasını kabul ettik. Kazık attığının farkındaydık ama yıkanmak ve yumuşak bir yatak gözümüzü karartmıştı. Çantaları bagaja fırlattıktan sonra otele doğru gitmeye başladık. Yaklaşık 10 dk. sürdü ve eski püskü bir binanın önünde durduk. Taksici otelin burası olduğunu söyledi. İnip apartmana baktığımızda hem 10€'dan olduğumuzu hem de yanlış yere bırakıldığımızı düşündük.

Elimizdeki kağıdı bir kaç kere incelediğimizde adresin doğru olduğunu anladık. Küçük bir asansöre çantalarla birlikte binip en üst kata çıkmaya başladık. Bir an gözümüze asansördeki kağıt ilişti. Yazı aynen şöyle: Lütfen asansöre 2 kişi binin, eğer bavulunuz varsa 1 kişi binin. Aksi halde asansör bozulabilir. Sarsıntılı bir şekilde yukarı çıkarken aklımdaki bütün duaları okuduğumu hatırlıyorum. Asansörden kata gelmesiyle kendimizi dışarı atmamız bir oldu. Otelimizi daha doğrusu otel odamızı bulduk; ama içeride hiç bir çalışan yoktu. Aslında tuttuğumuz yerin tabelası bile yoktu. Bizde daha geniş bir bilgi almak için yan kapıyı çaldık. Kapıyı açan bayan orada kimsenin çalışmadığını ve ödemelerin veya oda tesliminin nasıl yapıldığını bilmediğini hayretler içerisinde kalarak anlattı. Ortamında bizi yeterince korkutmasından kaynaklı asansörü kullanmadan merdivenlerden inerek binayı terk ettik.

Dışarı şok olmuş bir vaziyette çıktık. Artık o otelde kalmayacağımız kesindi. İlk işimiz internet olan bir yer bulmaktı. Çıktığımız binanın karşısındaki KFC'yi gördük. Zaten karnımız açtı ve internetin de olduğunu öğrenince hemen içeri girdik. Şimdiki problemimiz ise Bira Festivali düzenlenen şehirde otel bulup bulamayacağımızdı. Booking.com'dan bir kaç yere baktıktan sonra paramızın sadece 2 günlük bir yerde kalmayı karşılayacağını öğrendik. Artık bir gece daha sokaklarda kalacağımız belliydi; ama hangi gece sokakta kalacaktık. Bu gece mi yoksa son gece mi? Bu konu hakkında biraz konuştuktan sonra 3 gündür sokakta kalmaya alıştığımızı bu yüzden 1 güne daha katlanabileceğimize karar verdik.

Türkiye'ye dönmeden 2 günü kapsayacak olan otel rezervasyonumuzu yaptıktan ve yemeğimizi yedikten sonra bizden yani Eski Belgrad'tan yeni otelin bulunduğu yere -ki orası da Yeni Belgrad- yaklaşık 6-7 km yol vardı ve tekrar taksiye binemeyeceğimiz için sırtımızdaki 10 ile 13 kilo arasında değişen çantalarla yola koyulduk.

Yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuktan sonra otelimize ulaştık. Şükürler olsun burada bir resepsiyon ve bir adet çalışan vardı. Biraz konuştuktan sonra bize çantalarımızı bırakabileceğimizi ve yarın saat 10 gibi giriş yapabileceğimizi söyledi. Bizde saat 10'da gelmek üzere otelden ayrıldık ve saat daha gece 12 idi.

İlk önce festival alanına gittik. Orada 1 saat geçirdikten sonra yarım saat uzaklıktaki McDonalds'a gidip bir şeyler yedik. Orada da yarım saat oyalanıp sabah 4'de kadar süren festival alanına geri döndük. Orada gene 1 saat geçirdikten sonra 2 defa otele yürüyüp festival alanına yakın bir yerdeki banka uyumak için geri döndük. Sırayla yarım saat uyuduktan sonra "Acaba otel bizi alır mı ki?" düşüncesiyle "Parayı şimdimi ödeyelim yoksa 4 saat sonra gelince mi ödeyelim?" sorusunu bahane edip otele geri döndük; ancak resepsiyon görevlisi değiştiği için yutmadı.

Artık hava aydınlanmaya başlamıştı ve yarım yamalak uyumalar sonucu psikolojik olarak çökmüş ve sinir bozukluğundan ota boka gülmeye başlamıştık. Tekrar otelden 2 km geriye yürüyüp kahvaltı etmek amaçlı McDonalds'a geldik. Burada 2 saat geçirdikten sonra otele 9:30-10:00 sularında geri döndük ve halimize acıyan görevli bize anahtarı verdi. Bizde çantalarımızı alıp odaya çıktık.

Her şey rüya gibiydi. Odaya girdiğimizde 2 tane çift yastıklı, bembeyaz çarşaflı ve insanın aklını kaçırtır derecede yumuşaklıkta yataklar vardı. Artık rahatça uyuyabilecektik. Duş almak için banyoya girdim ve hayatımda o kadar kara bir su üzerimden akmamıştı. Üzerimi her köpürttüğümde resmen daha da rahatlıyordum. Duşumu aldıktan sonra odaya girdim ve o harika yatak tam önümde duruyordu. Hemen yattım ve arkadaşım duştan çıkana kadar uyumuşum. O gün 8 saat uyku çektikten sonra otelin yanındaki markete gidip konserve ve ekmek aldık. 1 saat içerisinde karnımızı doyurduktan sonra gene uykumuz geldi ve 14 saat daha deliksiz uyuduk.

Neredeyse 1 gün boyunca uyumuştuk ve artık yorgun değildik. Polonyada bir tren yolculuğunda 2 Türk ile tanışmıştık. Onlarda bizim Belgrad'ta olduğumuz zaman içerisinde Belgrad'ta olacaklarını söylemişlerdi. Biz de E-Posta adresimizi vermiştik. Bir kaç mesajlaşmadan sonra Usce alışveriş merkezinin önünde buluşma ayarladık. O gece festivalde eğlendiğim kadar hiç eğlenmemiştim ve işin güzel yanı dönecek bir otelimiz vardı. İnterrail'a çıkmadan önce festivale gelecek olan gruplardan birinin adını biliyorduk ve festival alanına girdiğimiz gibi o grup çıktı sahneye. Solistin tipi süper "Burada ya ben sizi kopartacağım ya da kendi kafamı kopartacağım!" gibi ciddi bir hali var. Yazıma noktayı onun sevdiğim bir şarkısıyla koymak istiyorum. Sağlıcakla kalın.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Sokakta 4 Gece: Bölüm 2

Venedik'ten Lübliyana'ya 30 dakikalık rötar ile vardık. Yaklaşık 1 ay önce de buradaydık ve trenden indiğimizde sanki 3-4 gün önce buradaymışız gibi geldi. Çantalarımızı kitledikten sonra istasyonun dışına attık kendimizi. Resmen buraya sonbahar hakim olmaya başlamıştı. 1 ay önceki gibi insan kalabalığı yoktu ve sararan yapraklar yerlere hakim olmaya başlamıştı. Burası başkent olmasına rağmen büyük bir yer değil ve özellikle Ağustos ayında sokaklarda neredeyse hiç insan yoktu. Şenlikler falan bitmiş, dükkanlarda neredeyse hiç insan kalmamıştı. Sanki kepenk kapatmışlar gibiydi; ama Lübliyana'nın Sonbahar'ını da görmek güzeldi.

Zaman geçirmek ve biraz karnımızı doyurmak için şehrin içinden geçen nehre doğru ilerlemeye başladık. Daha önce geldiğimizde turistlerin bilgi almaları için kullanılan yerden çok ucuza bisiklet kiralayıp neredeyse her yerini gezmiştik. Gene kiralamayı düşünürken meydandaki pembe kilisenin çaprazında ilginç waffle yapan dükkanı görünce kararlar bir anda değişti, kendimizi sırada bulduk. Dürüm gibi yapılan waffle'larımızı aldıktan sonra insanlardan uzaklaşıp yemeye başladık; çünkü yaklaşık 2 gündür yıkanmıyorduk ve sadece Venedik'te ayaklarımızı kanaldaki deniz suyunda yıkamıştık. Eh, insan ister istemez koktuğunu falan düşünüyor.

İlk geldiğimizde her yeri gezdiğimiz için bu sefer sadece öylesine dolaşmayı tercih ettik; ama geçen ay pembe kilise restorasyonda olduğu için dolaşamamıştık. Hazır açıkken birde bunu gezelim dedik. Kiliseye ilk girerken yaşlı bir kadın kilise kapısında dileniyordu. Neden bilmiyorum Hristiyan dilenciler tüm gezim boyunca beni çok etkilediler, büyük ihtimal izlediğim filmlerden lanet bilinç altıma işlenmiş. Bu sefer dayanamayıp 1€ vermek zorunda kaldım.

Akşam olmaya başlayınca tren istasyonuna doğru yürümeye başladık. Waffle karın doyurmadığı için gene McDonalds'a gitmeye karar verdik. Zaten bu şirketi her yerde bulabilirsiniz. İstasyondan çıktığınız gibi mutlaka bir McDonalds ile karşılaşıyorsunuz. 2 sokak aşağıda 3 sokak yukarıda, her yer McDonalds. Yemekleri yedikten sonra çantaları geri alıp Zagreb'e gidecek olan treni beklemeye başladık.

Rötarsız gelen tren sayesinde 4-5 saatlik yolculukla bu akşam bizi sokaklarında misafir edecek olan Zagreb'e ulaştık. İndiğimiz gibi çantalarımızdan sadece uzun kollu bir şeyler aldık ve fermuarlarını kapatıp kilitledik. Artık sıra yemek yemeye gelmişti ve 1 ay önce Zagreb'in meydanına yakın bir yerde keşfettiğimiz pizzacıya doğru yol aldık. Açıkçası İtalyan pizzasına tercih edilebilecek tadı var ve kola ile birlikte 15 kuna (5 TL). Pizzacıya geldiğimizde başımızdan aşağı kaynar sular döküldü; çünkü burada euro para birimi geçmiyor ve parayı bozdurmak için döviz bürosu bulmak gerekli. Saat gece 12 olduğu için bildiğimiz bütün döviz büroları kapalı ve AÇIZ!!

Sinirlerimiz alt üst oldu. Paranız olmasına rağmen hiç bir şey alamamak kadar ironik bir şey yoktur herhalde. Kime sorsak bu saatte hiç bir yerin açık olmadığını söyleyip meydandaki kumarhaneye yönlendiriyordu. Oraya da gittik; ancak parayı bozduramayacağını söylediler. Kuyruğumuzu kıstırıp istasyona geri döndük. Sıcacık poğaçaların bulundu bir pastahane vardı. Acıyın bize der gibi çalışandan euro kabul etmesini istedik ancak nafile. O da bizi taksicilere yönlendirdi. Neyse ki bir taksici bulduk ve 10€ bozdurduk. Pastaheneye dönüp bir şeyler aldık. Artık karnımız da doyduğuna göre uyuma vakti gelmişti. Uyku tulumlarını almak için para verilerek emanet alan elektronik kasaya tekrar para vermemek için üstümüzdekilerle istasyonda bir kutu köşe bulup yatıp uyumaya başladık.

Her şeye katlanabiliyorduk çünkü planımıza göre bu sokakta geçireceğimiz son geceydi. Taş üstünde yatmaktan belim ağrıdığı için bir ara uyandım ve kirişteki güvercin dikkatimi çekti. Her an üzerimize sıçma ihtimaline karşı başka yerde uyumaya gittik. Orada da gürültücü bir Rus grubu vardı. 1 saat uyumaya çalıştıktan sonra gürültü şiddeti arttığı için kalkıp gitmeye karar verdik. Uyumaya geldiğimizde her yerde uyuyan birileri vardı; ama kalktığımız da hepsi gitmişti. Gürültücü grup herkesin canına tak ettirmişti anlaşılan.

Hava aydınlandığı için biraz şehirde dolaşıp bir şeyler atıştırdıktan sonra istasyonun karşısındaki sarı binanın arkasında bulunan parkın banklarına uzanıp biraz daha uyumaya karar verdik. Burada da parkta köpeğini gezdirmeye gelen insanların köpekleri bizi rahat bırakmadı. Pislikten köpeklere kötü kokmaya başladığımızdan olacak bir kaçı bize havladı. Neyse dedik bu son geceydi ve Belgrad'a döndüğümüzde rahatça yıkanıp uyuyabilecektik. Banklardan kalkıp istasyona yakın olan yere marketten bir şeyler alıp çimlere uzandık. Artık Belgrad'a  gidecek olan treni bekliyorduk ve yaklaşık 8-9 saat sonra booking.com'dan çok ucuza bulduğumuz otele yerleşip yıkanıp uyuyabilecektik.

Sokakta 4 Gece: Son Bölüm, Belgrad'ı buradan okuyabilirsiniz.

3 Ekim 2013 Perşembe

Sokakta 4 Gece: Bölüm 1

Not: Resimdekiler biz değiliz.
Bu yaza kadar hiç aklımın ucundan bile geçmeyecek bir şey yaptım. İnterrail yaparken 4 gece sokaklarda yatmak zorunda kaldım ve ilginç bir deneyim oldu. Gerçekten insan bir şeyleri yaşamadan anlayamıyor. Gerçi benim durumum sokakta yaşayanların durumunun yanında sıfır kalır; ama bir nebze de olsa kalacak yerinin olmaması ve sokaklarda yatmanın ne demek olduğunu anladım. Her şey Polonya'daki trenin geç kalmasından dolayı diğer treni Salzburg'da kaçırmak ile başladı. Gelecek tren sabah 6:00 civarlarında istasyonda olacaktı ve bizim 5 saat vaktimiz vardı. Gece olduğu için Salzburg'u gezemeyecektik ve yorgun olduğumuz için uyumamız gerekiyordu.

Salzburg'a geldiğimizde 5 saatimizi burada geçireceğimizi biliyorduk. Tek korkumuz sabahın ilk ışıklarına kadar bilmediğimiz bir ülkenin bilmediğimiz bir şehrinde yanlız kalmaktı; ancak peronlardan aşağıya doğru indiğimizde yanlız olmadığımızı anladık. Büyük ihtimal 20-30 kişilik gruptan oluşan interrailciler bizim gibi Polonya'dan rotarlı gelen tren yüzünden Venedik'e giden treni kaçırmışlardı. Bizde onlar gibi bir kuytu bir köşe bulup matlarımızın üstüne uyku tulumlarını sererek uyumaya başladık.

Yattığımız yerin etrafında dükkanlar olmasından dolayı sabah 5:00-5:30 civarında istasyon görevlileri gelip bizi uyandırdı. Trenin gelmesine de 1 saat kaldığından bir yerlerde bir şeyler yemek için dışarıya çıktık. İstasyonun hemen önünde sabah işe gidenler için kahve ve kuruvasan satan biri vardı. Oradan bir şeyler alıp açlığımızı bastırdık ve trenin kalkacağı perona geldik. Neyse ki bu tren tam zamanında geldi ve Venedik'e zorlanmadan gidebileceğimiz için mutlu olduk.

Venedik'e vardığımızda çantalarla dolaşmamak için 9€ karşılığında emanetçiye bırakıp istasyondan ayrıldık. Şehri gezmenin en mantıklı yolu "City Map" diye satılan şehrin haritasını almaktır; ancak burada 2,5€ olduğu için almaktan vaz geçip şehrin sokaklarında kaybolmayı tercih ettik.

Sabahleyin sadece kuruvasan ve kahve ile durduğumuzdan dolayı ilk işimiz bir şeyler yemek olacaktı; ancak sokaklarda yürümeye başladığımızda bütçeye hiç uygun olmayan fiyatlarla karşılaştık. Şehrin içlerine doğru ilerledikçe fiyatların düştüğünü gördük. İyice içerlerde bir yerlerde mutlaka bütçemize uygun bir şeyler bulacağımıza emindik. Eğer bir gün Venedik'e yolunuz düşerse ilk gördüğünüz restorana girmeyin. İçerlere doğru ilerledikçe daha uygun yerler bulabilirsiniz. Buna hediyelik eşya fiyatları da dahil. Tam bu aralarda küçük büfemsi bir yerde pizza ve kolanın 4€'ya satıldığı bir yer bulduk. Nevaleleri alıp bir kanal kenarında sandviç gibi ikiye katlayıp öğlen saatinde kahvaltımızı etmiş olduk. Açıkçası bu pizzanın pek bir numarası yok. Bildiğimiz pizza işte, tek fark İtalya'da yapılmış olması.

Karın doyurma faslı bittikten sonra biraz daha turlamaya karar verdik. Arada bir internete girip sağ olduğumuzu bildirmek için bizimkilere mesaj atmak gerekiyordu. Bu yüzden kahve içebileceğimiz ve interneti olan bir yer aramaya başladık. Yemek ararkenki kural bunda da geçerliydi. Turistlerin yoğun olduğu yerlerdeki kafelerin fiyatları biraz daha pahalı; ama ara sokaklara girdiğimizde daha uygun fiyatlar bulabildik. Bu sayede İtalyan kahvesini ve yanında verilen ilginç kurabiyeyi de tatmış olduk. Hatta tadını beğendiğimiz için iki fincan içtik. Kafe sahipleri iyi ilgilendiler. Baya muhabbet ettik. Hava kararmaya başlayınca da tren istasyonuna dönmek için yola koyulduk. İtalyan birinin yanlış tarifi yüzünden kanala açılan çıkmaz bir sokakta kendimizi bulmaktan başka bir sorun yaşamadık. Daha sonra kendi kafamıza göre istasyonu bulabilmeyi başardık.

Venedik'de gezip tozduktan sonra Lübliyana'ya gidecek olan treni beklemek üzere tren istasyonunun karşısındaki kilisenin önünde önceden 4-5€'ya aldığımız 2 şarabı Çek Cumhuriyeti'nden iki kız ve İspanyol sevgililere biz de katılarak içmeye başladık. Bundan sonra gitmek istediğimiz yer Lübliyana ama İtalya'nın Udine diye bir şehrinde aktarma var ve bu aktarma süresi 6 saat. Yani geceyi Udine'de geçirmek zorundayız.

Sokakta uyumanın ilk gecesi fena sayılmazdı. En azından başımıza bir şey gelmedi; ama burası İtalya ve Udine hakkında hiç bir fikrimiz yok. Uyumamız gerek ama başımıza bir şeyinde gelmemesi gerekiyor. Onca günden sonra bir şeylerin çalınmasını istemiyorduk.

Venedik'te içtiğimiz şarap bizi çakır keyif yapmıştı ve yorgunluk yüzünden iyice uykumuz geldi. Ne yalan söyleyeyim Udine'ye varınca istasyondaki bir perona geçip matları yaydık. Uyku tulumlarının içine girdik ve o yorgunluk yüzünden hırsızlıkmış, bilmem neymiş hiç bir şey düşünmedik. Horul horul uyuduk. O şarapları içmeseydik büyük ihtimal orada uyuyamazdık. Gerçi yorgunluğun da etkisi vardı; ama gözümüz uyumaktan başka bir şey görmedi. Bir ara gece baya yağmur bastırdı. Neyse ki rüzgar falan yoktu ıslanmadan sabaha kadar uyuduk.

Önceden telefonların alarmlarını tren gelmeden yarım saat öncesine ayarlamıştık. Alarm çalınca gözlerimi açtım ve yattığımız peronun sağında ve solunda iki tren duruyordu. Hatta trenlerden yolcular falan inip biniyordu; ama o kadar çok insan trafiği yoktu. Uyku tulumunun fermuarını açıp içinden çıkmaya çalışırken arkamdan geçen biri günaydın dedi. Sonra etrafa bakınırken başka biriyle göz göze geldim o da merhaba dedi. İtalyanların sıcak tavırları cidden hoşuma gitmişti ve açık havada uyuduğum için kendimi baya dinç hissediyordum.

İyice kendimize geldikten sonra eşyalarımızı toplayıp treni beklemeye başladık. Tren 30 dk. rötarla geç geldi ama bu sorun teşkil etmiyordu. Lübliyana'da 5-6 saat vaktimiz olacaktı ve bir sonraki durak ve aynı zamanda 3. gece bizi sokaklarında misafir edeceği yer olan Zagreb'e zaman kaybı olmadan veya tren kaçırmadan rahatlıkla varılabilirdi.

Sokakta 4 Gece: Bölüm 2'yi buradan okuyabilirsiniz.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Gelişme Var Gibi...

Geçtiğimiz yaz yaptığım interrail'in sonlarına doğru Belgrad'a dönmek üzereyken tren yolculuğumuzun birindeki durağımız, Avusturya'nın Villach şehriydi. 5 saatlik yolculuğumuzun sonunda açlık vardı ve yazın sonlarına doğru Avrupa'da yağmur görmeye başlamıştık. Pek sıkıcı olmayan havası ve hafif çiseleyen yağmur başlarda hoşumuza gitse de ıslanmaya başladığımızda sıkıntılı bir duruma dönüşmeye başladı.

Filmlerden bilinçaltıma işlenmiş olsa gerek, havanın kapalı ve yağmurlu olduğunu görünce (Tabii kentin tarihi dokusu da etkiledi) içimde yağmur damlalarının süzüldüğü bir camdan dışarı bakarak sıcak bir kahve içmek geldi. Yakınlarda McDonalds bulup kendimizi içeri attık. Hamburgerlerimizi aldıktan sonra restoranın üst katına çıktık ve merdivenleri geçip sağıma baktığımda yağmur damlalarının süzüldüğü ve hafif buğulu camın hemen önündeki masanın boş olduğunu gördüm ve o masaya yerleştik. Menümüzü bitirdik ve arkadaşım kahveleri almak için alt kata gitti. Tek derdim yağmur yağarken dışarısını kahve içerken izlemekti.

Yağmur şiddetini biraz arttırınca etrafımızdaki masalar dolmaya başlamıştı. Kahvelerimizi aldık ve bir kaç huzurlu ve mutlu kahve yudumundan sonra arkadaki bir veledin "MAMAAA!" diyerek ağlamalarını duymaya başladık. Bir kaç dakika katlandım ama olacak gibi değil. Sürekli etrafa bakınmaya başladım. Ne zaman biri çıkıp "Yeter be kardeşim bi susturun şu çocuğu! Aaa! Kafamız şişti yahu!" diyecek diye bekliyorum. Tabi bu arada çocuk ağlıyor, bir şeyler istiyor; ama ebeveynleri tarafından davranış görmezden geliniyor ve davranışın sönmesi bekleniyor yani eğitsel açıdan her şey mükemmel işliyor ama ben pencereden huzurlu huzurlu dışarıya bakıp kahvemi yudumlayamıyorum.

Belli bir zaman sonra duruma alışmak zorunda kaldım ve dışarıyı izlemek yerine içerideki olayı gözlemlemeye başladım. Çocuğun davranışları insanlardan tepki almaması beni çok şaşırttı. Her şey yolundaydı herkes için. Acaba dedim bizde bir sorun mu var? O arada masaları silmekle görevli olan biri ailenin yanına yaklaştı. Hah! dedim şimdi uyarılacaklar. Ama öyle olmadı tabi ki. Adam yanlarına geldi, çocuğu biraz sevip tahminimce "Neden bağırıyorsun sen bakayım tatlı şey?" tarzı bir şeyler dedikten sonra yanlarından ayrıldı.

Resmen sabırlarına ve saygılarına hayran kaldım. Sanırım bu olay Türkiye'de bir yerde olsaydı aile fena bir şekilde uyarılır ya aile çocuğunu döverek susturmaya çalışılır ya da yemekler hızlıca bitirilip bir dışarıda zaman geçirme girişimi de hüsranla sonuçlanırdı. Hatta aile ile çevredekiler arasında ufak bir gerginlik bile yaşanabilirdi. Hiç olmadı annesinin ne kadar kötü bir anne olduğu ile ilgili konuşmalar geçerdi.

Bugün eve dönmek üzere otobüse bindim. Şoförün arkasına 2 çocuklu bir anne bindi. Başlarda kim cam kenarına oturacak tartışması oldu. Bu problem çözüldükten bir kaç dakika sonra çocuklar sesli bir şekilde oynamaya başladılar. Aklıma Villach'daki yaşadıklarım geldi. Tabi bu sefer Türkiye'deydim ve her an birileri duruma müdahale edebilirdi. Bunları düşünürken yanımdaki bey amca "Annesi de bir sus demiyor yahu!" dedi. Neyse ki anne duymadı.

Yolculuktan sıkılan çocuklar annenin her türlü müdahalesine karşı aralarında geçen konuşmayı kesmiyor hatta arada sesin şiddeti artıyordu. Yanımda oturan bey amcadan bir tepki daha beklemeye başladım. Hatta bu tepkinin biraz daha yüksek sesle olup çevredekilerin de bu amcaya destek vermesi ve bir yolculuğun daha tartışmayla sonlanması hakkında küçük senaryoları aklımdan geçirmeye başladım.

Tahminimce eski kuşak olan bey amca (Herhalde 55-60 yaşlarında) düşündüğüm gibi annenin duyacağı şekilde bir tepki gösterdi ve "Hanım efendi çocuklarınızı susturur musunuz?" dedi. Tahminimde yanılmamıştım ancak buradan sonraki olayların seyri değişti. Önümde oturan biri arkasına dönerek "Yahu ne yapsın kadın dövsün mü çocukları? Uyarıyor işte görmüyor musun? Biraz anlayış gösterin ya! Torunun falan yok mu senin?" deyince "Hey bir dakika bu böyle olmamalıydı!" diye araya giresim geldi. Yanımdaki amca "Ne diyon sen be?" diyerek destek beklerken aldığı tepkiye şaşkınlığını gizleyemediğini gördüm. Daha sonrada arkadan başka biri araya girdi "Amcacım eğer rahatsız oluyorsan kendi arabanla gideceksin." dedi. Yemin ederim böyle tepkiler beklemiyordum.

Anlayış ve empati konusunda 80 ve üzeri kuşaklardaki bireyler daha yaşlı kuşaklara göre daha iyi olduklarını görmek beni mutlu etti. Sanırım yavaş yavaş birbirimize karşı daha anlayışlı olmaya başladık ve benim tabularım resmen yıkıldı. Umarım bu önümüzdeki günlerde daha da gelişir ve mutlu, huzurlu bir toplum oluruz. Bu küçücük örnekle ben bir şeylerin artık daha iyi olduğunu görür gibiyim. Kalın sağlıcakla.

10 Eylül 2013 Salı

Hayatın "Gene" Hali

Memleketime geldiğimde her geceyi geniş bir açı ile iki mahallenin birleştiği noktayı görebilen bir balkonda geçiriyorum. Mutlaka bir muhabbet oluyor, muhtemelen bir çay veya kahve içme seansı ile birlikte... Genelde önümde bir dizüstü bilgisayar olur. Arada dışarıdan olanları incelerim ki bu genelde bağrışan gençler, amaçsızca araba kaydırmaları, kaza yapmaya ramak kalan araçlardan oluşur. Genelde de sıkı bir eleştiri yaparız bu tip olaylara karşı. Beni mutlu eden şeylerde olur tabii; kediyi ezmemek için duran araba, yerden çöpü alıp çöp tenekesine atan biri veya birbirine sarılmış iki kişi... Sanırım bu balkonda oturmak bana yaramıyor. Kendi yazdıklarıma baktım da yaşlılığım pek suskun geçmeyecek yada balkonu işlek bir yere bakmayan bir evde oturmalıyım, neyse...

Bizim balkonun tam çaprazında bir bakkal bulunmakta. Kendimi bildim bileli o bakkal orada ve 2 bakkal amca ile 2 bakkal teyze işletiyor burayı ("Bakkal teyze" ilginç oldu farkındayım). Birileri birileriyle kardeş ama kim kiminle kardeş daha çözemedim. İçki satışı olduğu için genel olarak geceleri bakkal amcalar bakıyor dükkana. İki'den önce yatmayı sevmediğim için her gece marketin kapanmasına şahit oluyorum. Zaten gecenin sessizliğini yırtarcasına duyulan kepenk sesine hiç alışamadım. Her duyduğumda ister istemez bakkalın kapatılışını seyrediyorum. Bunu neden yaptığımı bende bilmiyorum.

Geçen gece gene aynı saatlerde aynı kepenk sesini duydum ve gene bakkalın kapatılışını izledim. Buraya taşınalı 15 yıl oluyor ve aynı durum 15 yıldır yapılıyor. Düşünebiliyor musunuz? 15 yıldır gece 2 civarı hep kepenk kapatıyorsunuz. Büyük ihtimal bu iş 15 yıldan da önce yapılıyordu. Şimdi bir baştan alalım. Her sabah kepenk açılıyor, belli başlı işler yapılıyor, satış falan filan derken akşam oluyor ve tekrar kepenk kapatılıyor. İster inanın ister inanmayın ben bu insanları genelde mutlu olarak görüyorum. Belki işleri bu yüzden iyi ve belki bu yüzden 15 yıldan fazla bakkalcılık yapabiliyorlar. Arada muhabbetimiz de oluyor, bazen 15-20 dk. muhabbet ettiğimiz de olmuştur; ama ben bu zamana kadar bu adamların ağzından hiç monoton kelimesini duymadım. Daha doğrusu hiç işlerinden yakındıklarını görmedim. Hayatlarından mutlular ve gülümsemelerinden anlaşılabiliyor (Burada gözlerinin içindeki gülümsemeden bahsettim). Elbette sorunları vardır, elbette sorun yaşıyorlardır; ama mutlular.

Şimdi de bizim her fırsatta bahsettiğimiz sıkıcı hayatımıza gelelim. Aslında bakarsanız herkesin hayatı monoton ve sıkıcı. Bir öğretmen "Ben bugün Finlandiya'da ders anlatacağım!" diyerek evden çıkıp Finlandiya'ya gitmiyor veya bir doktor "Ben bugün Afrika'daki hastaları iyileştirmeye gidiyorum!" diyerek Afrika'ya gitmiyor. Normal olan herkesin hayatı bizim bakkalınkinden pek farkı yok. Biri kepenk açıyor, öbürü yoklama alıyor, bir diğeri de reçete yazıyor. Yapılan işler değişse de bunlar her gün yapılıyor. Ama ne hikmetse piçin biri monotonluk diye bir şey çıkartmış duyan herkes işinden nefret etmeye başlıyor.

Sanırım bir şeylerin farkına varılmasından kaynaklı bir durum. Her gün araba kullanmak, her gün yemek yapmak gibi eylemlerin başına her gün geliyorsa monoton olmuş oluyor. Monoton olmayan bir şey bulmak samanlıkta iğne aramaya benzetiyorum. Çoğu yaptığımız şey monoton zaten. Açıkçası insan olarak neyin peşindeyiz pek bir fikrim yok. Hiç bir şeyden memnun olmuyoruz. Dünya 6 milyardan fazla yıldır dönüyor bakalım o ne zaman monoton bir şey yaptığını düşünüp ters yöne dönecek.

Her işin kendine has rutin işleri vardır elbet. Bunları problem haline getirmek kendi kendimizin canını sıkmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum. Kalın sağlıcakla.

6 Eylül 2013 Cuma

Sopalık Veliler

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz günlerde üniversite sonuçları açıklandı. Kimi öğrenci kazandı kimisi de kazanamadı. Kazanan öğrencilerin bir kısmı da ailelerinin zoru ile bir bölüme yerleştiler. Bu yazımı tercih döneminde çocuklarının istemediği bölümlere veya gitmek istemediği üniversiteler için tercih yaptırtan velilere armağan ediyorum. Üniversiteyi Kazanamadım adlı yazıma 30 Ağustos tarihinde isim vermek istemeyen bir arkadaşımız mesaj bırakmış. Mesaj aynen şöyle: Ben Manisa Maliye kazandım bu sene. İlk girişimde ailemin isteği ile tercih yaptım şimdi gitmek istemiyorum; çünkü bizim memlekete çok uzak. Tekrar sınava hazırlanmak istiyorum izin vermiyorlar. Aa! Ben sevmediğim mesleği okumak istemiyorum. Öyle bir çıkmaza girmişim ki kimseye anlatamıyorum. Bir yandan okul puanım kırıldı oda ayrı bir dert oldu bana. Ne yapsam bilmiyorum! Sadece bu değil, bunun gibi bir çok örnek olduğundan adım gibi eminim.

Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Öncelikle şu çocukları tercih döneminde rahat bırakın. Rahat bırakın da kendi istedikleri bir bölüme gitsinler. Sizin istediğinize değil! Böylece yapmak istedikleri meslekleri yaparlar. Bunun sonucunda mutlu olurlar. Onlar mutlu olunca siz de mutlu olursunuz. Daha iyi ve kısa bir şekilde nasıl açıklayabilirim inanın ben de bilmiyorum.

Size göre ya çocuk doktor olacak ya da mühendis. Başka meslek yok ya. Hiç onun adına karar verirken, ona sordunuz mu "Sen ne istiyorsun?" diye. Ah! pardon. O daha çocuk kendi kararını kendi veremez. Başka şehirde okurken kendine nasıl bakacak peki? O zaman çocuk değil mi? Ya bırakın bu işleri. Yok eltim ne der, yok komşu ne der... Üniversite adayı ne der? Hiç onu düşünen yok!

Öncelikle şuna karar vermek lazım: İstenen bölümü veya üniversiteyi, üniversite adayı mı okuyacak yoksa siz mi? Tabi ki o! O zaman karar ona ait sana değil. Artık senin karşında takdir veya teşekkür getirecek biri yok. O artık hayata atılmadan bir önceki süreci bitirmek için tercih yapacak kişi. Eğer onun adına sen karar verirsen istemediği bir bölümü bitirmiş, işini sevmeyen ve o sevmediği işi de 60 yaşına kadar yapmak zorunda olan birinin -ki bu biri senin çocuğun- hayatına müdahale etmiş olursun. Gayet açık olduğumu düşünüyorum.

Tükenmişlik denen kavramı biliyor musunuz bilmiyorum; ama önümüzdeki 50 yıl içerisindeki tükenmiş bireyler sizin gibi tercihlere karışıp istemedikleri bölümleri yazdıran velilerin evlatları olacak. Önümüzdeki 50 yıllık sürece dahil olduğunuz için kedinizle gurur duyabilirsiniz. Ölümsüzlük bu olsa gerek!

Daha önceki yazılarımda ve mesajlara verdiğim cevaplarda tekrar tekrar belirttim ve gene tekrar ediyorum. Üniversite tercihlerinde bırakın da şu çocuklar bencil olsunlar. Başkası için değil, kendisi için tercih yapsınlar. Bu başkası dediğime anne ve babayı da ekliyorum. Hatta özellikle anne ve baba tercihlere karışmasın. Öneri verebilir "Bak oğlum/kızım böyle bir bölüm varmış önü açık diyorlar." tarzı öneriler kabul; ancak bu öneriye karşılık olarak "Hayır anne/baba ben o bölümü istemiyorum." dendiğinde bitmiştir. Noktadır artık o yani istenmemektedir yani bitti, çüşş! Umarım anlata bilmişimdir. "Bu sene gittin gittin başka şans yok!" diye hönkürerek bir yere varılmaz. Kapiş.

Bunlar haricinde bir de lisedeyken "Ben doktorluk istiyorum." diyen velilere de değinmek istemiyorum. Çünkü değinirsem "Ağzınız da pek bozukmuş" diye yorum alacağım. Üniversite adaylarını bu zorlu dönemden sonra sizinde onun canını sıkmamanız dileğiyle sağlıcakla kalın.

Önemli Not: Velilerin çocuklarına yaptığı bu zorlama hukuki olarak hürriyetten yoksun bırakmaya giriyor. TCK'nın 109. Maddesinde şu ifade yer alıyor: Bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir. 

2 Eylül 2013 Pazartesi

Neden Ders Çalışmak Sevilmez?

Genel olarak ders çalışmayan bir evlat kriz ortamı yaratır. Ders çalışmayan bir evlattan ziyade, çoğu yetişkin bireyler de ders çalışmayı sevmez zaten. Bu ders çalışmayı sevmemeye kitap okumayı da ekleyebiliriz. Bence ders çalışmayı sevmeyen biri kitap okumayı da sevmez. Birazdan bunun nedenini anlatmaya çalışacağım ama ondan önce şu soruyu kendinize yöneltmenizi istiyorum: Neden ders çalışılır? veya neden ders çalışmak sıkıcı gelir? "Çünkü sıkıntılı bir şeydir." gibi cevaplar duyar gibiyim ve aslında güzel gibi görünen bir şey için kötü bir cevap veremediğimizden ne diyeceğimizi de bilemiyoruz bu soru için. Anlıyorum...

Ders çalışmak aslında çok zevki bir şeydir ve eğer ders çalışırsanız bir şeyler öğrenirsiniz, dersem "Biliyoruz herhalde!" cevabını alacağımdan eminim; ancak ülkemiz şartları altında eğitim görmüş her insan evladı bu eylem hakkında bir şey duyduğunda ürperir.

Çok uzaklara gitmeden yakın zamanlarda yapılıp sonuçlarına ulaşılmış olan üniversite sınavına gidelim. Eminim çevrenizde üniversite sınavına girmiş en az 1 kişi vardır ve eğer yakın akrabanız ise ne kadar sıkıntılı bir dönem geçirdiğini iyi bilirsiniz. Üniversite sınavına hazırlanmış bu elemanı ele alalım. Yaklaşık 8-9 aydır ders çalışıyor (Bazı psikopatlar daha önceden başlar onları boş verin). Bu ders çalışma nedeni de 2 saatlik geleceğini belirleyecek bir sınav. Yani ders çalışma eylemini sıkıntılı bir durumu atlatmak için gerçekleştiriyor. Tekrar etmekte fayda var "Sıkıntılı bir durumu atlatmak için!" yani sıkıntılı bir aşamayı geride bırakmak için ders çalışmak.

Şimdi biraz geriye gidelim. Lise dönemi. Bu dönemde de sınavlar vardır ve bu sınav dönemlerinde de sıkıntılı bir durumu  atlatmak için ders çalışma eylemi gerçekleştirilir. Gene sıkıntılı bir dönem ve gene sıkıntılı bir dönemi atlatmak için ders çalışmak.

Biraz daha geriye gidersek lise sınavlarına hazırlanmak için ders çalışmak ondan da geriye gidersek orta okulun sınavlarını geçmek için ders çalışma eyleminin yapıldığını görürüz. Yani bu da dahil olmak üzere yazdığım 3 paragraftaki ders çalışma eylemi sıkıntılı bir dönemi atlatmak için yapılan bir eylem.

İlk okula geldiğimizde de hem sınavlar (Son dönemde bu sınav dediklerimiz performans olarak değişti.) vardır hemde okumayı öğrenmek için yapılan kitap okuma seansları. İşte bu kitap okuma seansları çocuğun okumayı sökme sürecinin baş kahramanıdır ve ne yazık ki bu süreçte sıkıntılı olduğu için kitap okumakta sıkıntılı bir dönemi atlatmak için yapılan bir eyleme dönüşür. Üzülerek söylüyorum üniversiteye gelip roman bitirmemiş adam tanıyorum. Bu ayıp onun mu yoksa sistemin mi tartışmak gerekir; ancak bir problem olduğu kesin.

Şimdi kısa bir özet ile toparlayalım: İlk okulda kitap okumayı veya sınavları atlatmak için, orta okulda sınavları, orta okulun sonunda lise sınavını, lisede gene sınavlar ve lise sonunda da üniversiteye hazırlanmak için ders çalışılıyor. Yani sıkıntılı bir dönemi atlatmak için. Genelleme yaparsak: Ders çalışmak sıkıntılı bir dönemi atlatmak için yapılan bir eylemdir. Bir şey öğrenmek için yapılan bir eylem değildir. İşte bu yüzden de ders çalışmak sevilmez.

Fark ettiyseniz çocukların bütün okul hayatları sınavlara hazırlanmak üzerine ve ders çalışmak sadece ve sadece sıkıntılı bir dönemi atlatmak için yapılan bir eylem. Liseye girmek için hazırlanılan sınavın ne kadar zor olduğunu orta okul çocuğundan daha iyi bilen biri olamaz. Aynı şey üniversite sınavına hazırlanan lise öğrencisi için de geçerli. Bu kadar sıkıntılı bir dönemde rahatlamaları ve farklı bir şeyler yapmaları için koyulan müzik, resim ve beden eğitimi derslerinde ne yapıyorlar peki? Test çözüyorlar tabi ki! Çıkıp futbol oynamaları veya abuk subuk resimler yapmaları daha mı iyi test çözmekten! Onların rahatlamaya ihtiyaçları yok! Onların tek ihtiyacı test çözmek nihahahaha! Allah'ın salak velileri, ne zaman aklınız başınıza gelecek merak ediyorum. Kalın sağlıcakla... 

23 Ağustos 2013 Cuma

İlk Uçma Deneyimi

Çoğumuzun küçüklükten beri hayalleri vardır. Bunlardan biride uçmak. Gerçi bu uçmak küçükken hiç bir alet veya araçla birlikte olmadan uçmaktır; ama biraz büyüyünce bunun hiç olamayacağını anlarız. En azından akla uygun bir uçakla falan uçmak daha mantıklı gelmeye başlar. Bende küçüklüğümden beri uçmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmişimdir. Bunu geçtiğimiz günler içerisinde boeing yedi yüz bilmem kaç model uçak ile tecrübe ettim ve hiç hoş değildi.

Bu zamana kadar izlediğim filmlerin hangisi bana büyük, kocaman ve harika uçak hayali kurmama katkı sağladıysa hepsine lanet gelsin; çünkü kendimi o kadar çok büyük ve harika bir uçağa girip ferah ferah uçmaya hazırladım ki anlatamam. Bu hayal, heyecanlı bir şekilde uçağa girerken hostesin "Hoş geldiniz." demesinin ardından sağa dönmemle sona erdi. İçimden şöyle dediğimi hatırlıyorum "Lan bu resmen tabut!" hemde ne tabut, 10 km yüksekliğe çıkabilen içine yaklaşık 150 kişi alabilen kanatlı bir tabut. Hemde parası ödenmiş.

Size nasıl tarif ederim bilmiyorum, sanırım şu uygun: Şehirler arası giden yolcu otobüslerinin yan yana 2 koltuğu olur ya, onun yanına bir tane daha ekleyin ve o koltuklar arasında dolaşabilen muavinin yolunu 5-6 parmak daha büyütün. İşte bindiğim boeing bilmem kaç öyleydi. Bir sonraki hayal kırıklığım yerime geçtikten sonra penceresine bakmamla gerçekleşti. Resmen 1 karış olan camdan dışarısını görebilmek bir mucize.

Yerimize oturduk ve artık uçağın kalkmasını bekliyoruz. İşte o arada yemek yerken kullanmaya yarayan, ön koltuğun arkasında bulunan açılabilen masanın üzerindeki acil durumda yapılması gerekenlerin yazılı olduğu şeyleri okumaya başladım. Yok uçak denize inerse şöyle, acil inişte böyle, türbülansta öyle gibi bilgiler yer alıyordu. Herhalde dedim "Bu uçak bir şekilde düşecek!" ve yapılması gerekenler bunlar. Tabut benzetmesinden sonra rahatlamayı beklerken birde bunu görünce iyice canımı sıkmaya başladı. Hani biri gelip "Belgrad'a otobüs seferlerimiz başlamıştır" dese inip onunla gideceğim.

Uçağa binmeye yarayan akordiyon tarzı şeyden ayrılıp kalkış için yol almaya başladı. Kalkış noktasına geldik. Rahatsız edecek derecede motorlarını çalıştırdıktan sonra pist üzerinde tahminimce 200-250 km hıza ulaştıktan sonra havalandı. Artık o çok merak ettiğim uçma eylemine başlamış oldum.

Bazen arabalar tümsekten geçerken bir his verir ya işte o hissi uçak gerekli yüksekliğe ulaşırken birçok kez yaşadım. Gerekli yüksekliğe gelip uçak düzeldikten sonra sevgili hosteslerimiz devreye girdi bu sefer. Tam da ben "İyi hadi tümsekten geçermiş gibi his veriyor, eğlenceli yahu!" derken. Bu sefer onlar anlatmaya başladı "Çıkışlarımız şuradan, oradan ve buradan. Acil durumda bilmem kaç numaralı koltukta seyahet eden yolculardan yardım istenecektir. Eğer kendilerini bu göreve uygun görmüyorlarsa lütfen yerlerinin değiştirilmesi konusunda bilgi versinler." haydaa! Ulan bu uçak uçacak mı düşecek mi biri net bir şey söylesin! Kamil Koç'ta giderken muavinler böyle şeyler yapmıyor! Karar verin artık!

Ön koltukta bulunan masanın arkasında yazılanlar hostesler tarafından gösterilmeye başlandı. "Hava basıncı düşerse yukarıdan maskeler düşecek. İlk önce çocuğunuza sonra kendinize." hadi be or'dan. Türk annesi öyle mi yapar? İlk önce çocuğuna sonra kendine. "Can yelekleri koltuklarınızın altında veya tavandadır. Acil durumda alıp uçaktan indikten sonra şişiriniz." yok yok bu uçak kesin suya falan düşecek. "Kenarlardaki ipleri çektiğinizde kendisi şişer, eğer şişmezse yan taraftaki borulardan üfleyerek şişirebilirsiniz." laflara bak ya! Resmen dandik can yeleği koymuşlar. Allah'tan yüzmeyi biliyoruz da...

Neyse ki bu gösteri bittikten 5-10 dk. sonra rahatlamayı başardım. Ta ki ilk türbülans dehşetini yaşayana kadar. Sanki uçak taşlı bir yolda ilerliyordu. Camdan kanatlara doğru baktım "Yok artık, resmen kağıt gibi oynuyor bunlar!" dedim. Kanat dediğin oynar mıymış canım? Filmlerde yoktu öyle bir sahne. Mis gibi süzülüp gidiyordu gökyüzünde. Hayret bir şey! Bu iş iyice canımı sıkmaya başlamıştı.

Bir kaç küçük çapta türbülans'tan sonra onada alıştım. Tek alışamadığım hala gök yüzünde olmak ve düşebilecek bir şeye kemer bağlamaktı. Neyse ki uçak yolculukları uzun sürmüyor. Tekerleklerin Nikola Tesla Havaalanı'na değmesiyle içim rahatladı. O zaman "Yok arkadaş insan oğlunun ayağı toprağa basacak" dedim. Dönüş yolculuğum bu kadar sıkıntılı olmadı ama işim düşmezse uçağa binmeyi düşünmüyorum. Kalın sağlıcakla...

22 Ağustos 2013 Perşembe

Sanmak

Ülkemizdeki klasik sorunlardan biridir aslında bir şeyleri birşey sanmak. Kendini mutlu sanarsın, karşındakini adam sanarsın, mesleğini seviyor sanarsın... Uzunca bir lisletin bir kaç maddesidir bunlar ve uza(aaaaaa)r gider. İşin en acı noktası da sandığın şeyin farkına vardığın noktadır. Sonra geriye bir bakarsın neye üzüleceğine şaşırırsın. Harcadığın zamandan tut parası, anası, danası derken son geldiğin nokta “Hay kafama sıçayım!” noktasıdır. Halbuki farkına varmadan önce her şey çok güzeldir ve o farkına varma evresini de geçince (Ben buna ‘Sanmak Kabuğu’nu kırmak diyorum) kendi kurduğun yalanın içerisinde iyi eğlendiğinin farkına vardığını görmüş olursun. Hadi biraz derinlere inelim.

Her şey küçükken oynadığımız lanet olası evcilik oyunu ile başladı aslında. Ortamdaki biri anne ve diğeri baba oldu. Baba da harbi baba yani, öyle iskele babası değil. İşi falan çok iyi. Zaten küçükken çoğumuz doktor, mühendis, pilot veya avukat olurduk. Sonra 90’ların dizisi Yılan Hikayesi ile buna birde polislik eklendi. İşte bu baba, işinde mutlu, aile hayatı harika olan baba... Anneye gelirsek ya baba gibi harika bir işi var ya da oyuncakların güzelliğinden dolayı ev hanımı veya babanın işi iyi olduğu için çalışmasına gerek yoktur zaten. Sonra ilkokula başlanır. Başlayınca bu listeye öğretmenlikte eklenir. Arada aykırı tipler de çıkar tabi. Bunlar astronot, otobüs şoförü falan olmak ister. Orta okula geçilince bu meslek listesi iyice kabarır. Lise sınavları, ergenlik, ilkokuldaki arkadaşlardan kopmak gibi değişkenler de ortama girince hayatın ilk tokadını yemiş olursun. Tabi orta okulda sevdiğin kız veya erkeği evlenilecek kişi sanmakta ayrı bir tokattır.

Bundan sonraki tokat lise sınavına hazırlanma aşamasıdır. Çocukken olmak istediğin mesleğe giden yolu kolay sandığından dolayı ve oyunlardaki gibi “Ben doktorum!” demek kadar kolay olmamasından da dolayı hayallerin yıkılır. Ortaokul öğretmenlerinin çoğunun da yanlış yönlendirmesi sonucu gittiğin liseyi bitirirsin. Tabi o arada da üniversite sınavının kolay olduğunu sanarsın. Sonra çevrendeki çok bilmişler seni iyi sandıkları bölümlere yönlendirmeye çalışırlar. Ya oralara gidersin ya da liseden sonra evlenmenin daha iyi olacağını sanıp evlenmeyi seçersin. Kısaca, ya evlenmeyi iyi sanmışsındır ya da istemediğin o üniversite bölümünü okumayı. Tabi bu ara her şey tıkırında giden insanlarda vardır. Onlardan bahsetmiyorum malesef. Belki başka  yazımda... 

Evlenmeyi evcilik oyunundaki gibi kolay sananlar hayatın gerçekleri ile karşılaştıklarında sıkı bir tokat yerler; çünkü evcilik oynarken kullandığı elektrik, su gibi giderler artık kendi cebinden çıkmaya başlamıştır. Sonra bu aile fertlerinin arasına çocukta ekleniverir. Asıl kıyametler o zaman kopmaya başlar. Artık çocuk gerçek bir çocuktur ve boş bir kaşıkta yemek varmış gibi hayallerle karnı doymaz. Sonra o çocuk dertleriyle birlikte büyür. Dertler de büyüyünce herkes gerçek bir hayatın içinde olduğunu iyice kavrar. Hiç kolay olmadığının da farkına varılır. Artık "Sanmak Kabuğu" tamamen kırılmıştır zaten. Çocuk için yaşanır artık, yenmez yedirilir, giyinilmez giydirilir. Bu hayatın içinde "Oh be" diyemeden çocuk büyür. Belki üniversite, belki evlilik. Eh bunlarda paradır tabi. Tam rahatladım derken yaşlandığını fark edersin. 

Birde bunun istenilmeyen üniversiteye gidip mutlu olacağını sanma versiyonu vardır. "Bir sene boyunca çalıştım hiç olmadı filanca bölümü okuyayım bari." diyen yığınla insan var. Bu tip konuları başka yazılarımda da ele almıştım. Başkalarını üzmemek için alınan bu karar üniversiteye gelindiğinde anlaşılır saçma olduğu; ama iş işten geçmiştir artık. Zar zor istemeden gelinen bölüm bitirilir, ite kaka bir işe girilir. Tam her şey yolunda derken başladığı işin sıkıcılığı ile karşılaşır; çünkü istemediği bir bölümün istemediği işini yapmaktadır. Bu arada belki evlilik olur. Çoluk çocuğa karışılır. Eğer işi iyi ise maddi açıdan iyi bir hayat sürdürülür. Tek bir farkla o da her iş günü olduğunda lanetler yağdırarak. Bu sinir bozukluğu bazen aile hayatına da yansır. Bunların tek nedeni de istemediği bölüme başkalarını mutlu etmek için gidip kendisinin de mutlu olacağını sanmasından kaynaklıdır.

Çok iç açıcı şeylerden bahsetmediğimin farkındayım; ama olası sonuçlar bunlar. Gelecek için önemli kararlar verirken yaptığın seçimler ile mutlu olacağını sanmak yerine yapılan seçimi ciddi anlamda ölçüp tartmak gerekiyor. Sanmak kabuğunu yanlış seçimlerle bile bile yaratmak yerine önceden her şeyi bir gözden geçirmek daha iyidir. Tabi ki insan gelecekte olan her şeyi göremez; ama en azından olabilecekler hakkında ufak önlemler alınabilir. Seçimlerinizi "sanma" doğrultusunda yapmamanız dileğiyle, kalın sağlıcakla...

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Türkiye Avrupa'dan Daha Özgür!

34 günümü Avrupa'nın farklı ülkelerinde geçirmiş biri olarak söylüyorum Türkiye Avrupa'dan daha özgür bir ülkedir. Türkiye'de yaşayanlar özgürlükler ile ilgili bir muhabbet açıldığında Avrupa'nın ne kadar özgürlükçü bir yer olduğu ile ilgili örnekler verirler. Çoğu Avrupayı görmemiş bile olsa bununla ilgili çıkarımlarda bulunur. Ya bir akrabası Avrupa'da yaşamıştır ve bir şeyler anlatmıştır ya da bir arkadaşının arkadaşı bir şeyler anlatmıştır kulaktan kulağa yayılan anılar başkalarıyla yapılan muhabbetlerde paylaşılır. Sonuçta Avrupa özgürlüklerin olduğu bir yerdir.

Size birinci ağızdan gördüklerimi anlatacağım. Öyle başkalarınınki gibi ikinci veya üçüncü ağızdan anlatılanları size aktarmayacağım. Bizzat benim gördüklerim. Mesela Avrupa'nın hangi noktasına giderseniz gidin yaya yolundan karşıya geçmek isterseniz arabalar durur ve size yol verir. Hatta tramvaylar bile yol verir. Çünkü yaya önceliği denilen kural uygulanır. Peki ya Türkiye de? Asıl Türkiye'deki özgürlüktür ve şoför size ister yol verir isterse vermez. Hatta yaya yolundan yaya geçerken korna öttürüp küfür etme özgürlüğü bile vardır. İşte size Türkiye'den mükemmel bir özgürlük örneği! Avrupa'da var mı böyle özgürlük? Tabi ki yok! Orada yayalara faşizan haklar verilmiş. Neymiş efendim, yaya üstünlüğü! Tramvayın bile yayaya yol verdiği yerden bahsediyorum efendi!! Eskişehir de tramvayın önüne atla bakalım ne oluyor? 

Trafik ile ilgili bir konuya değinmişken... Avrupa'daki sürücüler yağmurlu havalarda asfalttaki suyu yayalara sıçratmacılık oyununu oynayamıyorlar; çünkü böyle bir özgürlükleri yok. Eğer böyle bir şey yaparlarsa ceza kesiliyor. Zaten devlet yollardaki bütün çukurları kapatmış. Ne kadar acı bir şey. Ayrıca zavallı sürücüler park yeri bulamadıklarında kaldırımlara da park edemiyorlar. Yayalar kenarından geçiverseler ne olacak sanki! Ne kadar çok sürücü düşmanılar. 

Avrupa'daki otobüslere gelelim şimdi de... Her durakta, durakta yaya olsun olmasın durmak zorundalar. Türkiye de? İsterse durak tıklım tıklım olsun. Şoför eğer durakta durma özgürlüğünü kullanmak isterse seni duraktan alır. Yok eğer durmama özgürlüğünü kullanmak isterse sen durakta bir sonrakini beklemek zorundasın. Var mı bundan ötesi? İşte size halk otobüsleri şoförlerine tanınmış özgürlük örneği. Avrupa'da var mı? Yok!

Kişisel özgürlüklerde de Türkiye'nin bir adım önde olduğunu düşünüyorum. İnsanlar hangi yaşta olurlarsa olsunlar yanlarındaki eşlerini rahatlıkla öpebilirler. Kimse buna karışamaz. Aynı durum Türkiye'de yapılırsa "Efendi, efendi! Aile var aile!" diye bağırarak onların öpüşmelerini engellemeye veya rencide etmeye özgürlüğün vardır.

Bütün esnafın fiş kesme zorunluluğu var Avrupa'da. Ufacık bir sakız bile alsan fiş kesiyorlar. Vergi kaçırma özgürlükleri yok Türkiye'deki gibi. Bütün devletler çok faşistler bu konuda. Türkiye'deki esnaflar ne kadar özgürler! Fiş vermediğinde sen fiş istersen, sana küfür etme özgürlüğü bile var. Bundan iyisi Şam'da kayısı, hayret bir şey ya!

Peki ya televizyon yayınlarına ne demeli! Her program rahatça yayınlanıyor ve hiç bir hükümetin yayınlara sansür getirme özgürlüğü yok. Televizyonlar da içki reklamları boy gösteriyor. Hiç kimsenin de tek laf etmeye özgürlüğü yetmiyor. Kiliselerin etraflarında içki içilmesine ne demeli! Bu kadar özgürlüksüz bir şeyi anlatırken bile sinirlerim bozuluyor. 

Yemek sektörü de ayrı bir fiyasko. Nasıl olduğunu görmek için bir Türk dönercisine girdim. Türk Dönercisini seçme nedenim de karşılaştırma yapmak için. Döner istedik ve kısa süre içerisinde geldi. İçinde bol bol et ve soğanı domatesi falan çok az, ekmeği de kapatamıyorsun ayrıca. Adam resmen döner arası ekmek yapmış. Bu duruma karşı "Böyle şey mi olur yahu!" demeden edemiyor insan. Döner dediğin bol domatesli, bol soğanlı olur. İçinde de azıcık et. Onuda ara ki bulasın. Nerede bizim özgürlükçü ve içine istediği kadar malzeme koyan yemek sektörü. Böyle giderse Avrupa'daki bütün dönerciler ve az malzeme kullanma özgürlüğü olmayan bütün yemek sektörü batar. Al sana Türkiye'den apayrı bir özgürlük.

Avrupa'da hayvan özgürlüğü de yok! Bütün hayvanlar barınaklarda ve girdiğim pet shopların hiç birinde köpek falan satılmıyor. Tahminimce barınaklardan hayvan ediniliyor. Türkiye'deki gibi hayvanlar rahatça sokaklarda dolaşamıyor. Ne kadar acı bir tablo! Nerede hayvan hakları ve özgürlükleri! Bırakacaksın istedikleri gibi dolaşacaklar sokaklarda. İstedikleri insana saldırabilecekler Türkiye'deki gibi... Zavallı dostlarımız Avrupa'da heba ediliyor!

İşte böyle sevgili dostlar. Biz bu kadar özgürlükçü bir ülkeyken tabi ki bizi Avrupa Birliği'ne almazlar. Bizim özgürlüklerimiz onlara fazla gelir. Gözünü sevdiğimin özgür Türkiye'si! Sen mi özgürsün Avrupa mı? Kalın sağlıcakla...

9 Temmuz 2013 Salı

Üniversite Tercihi Nasıl Yapılır?

Şu üniversite sınavı sürecinde en çok takılınan nokta budur. Çoğu birey de bu noktada tökezleyip mutsuz bir üniversite hayatı geçirip hayata atılır. Peki nasıl yapılır bu tercihler? Çok basit, ilk başlara istenilen üniversiteler yazılır, sonlara doğru da istenilmeyen bölümler gelmeyeceği için yazılır ve sisteme tercihler girilir. İşte bu kadar basit. Sonra ne olur? Sonlara yazılan, şu istenilmeyen ve gelmez denilen bölümler gelir ve onlara gidilmek zorunda kalınır. Ondan sonra da suç kader denilen kavrama atılarak bir ömür heba olur.

Öncelikle şunun kararına varmanız lazım. Bu hayat size mi ait yoksa başkalarına mı? Eğer bu hayat size ait ise tercihleriniz de size ait olmalı. Başkasının istekleri doğrultusunda tercih yapamazsınız. Sizde üniversiteye gittiğinizde "Babam istedi diye sonlara yazmıştım çıkmaz diye; ama şimdi buradayım." diyen yığınla insan göreceksiniz. Sizde bu muhabbetlere ortak olmayın lütfen. Üniversite sınavları ile ilgili gelen sorularda ve yazılarımda hep bahsettiğim bir şey var. Önünüzdeki 40-50 yıl yapacağınız mesleği bu tercihlerde belirleyeceksiniz ve eğer istemediğiniz bölümü tercih ederseniz bahsettiğimiz 40-50 yılın mesleğini mutsuz ve lanet ederek geçireceksiniz. Bu yüzden tercihler sizin istekleriniz doğrultusunda olmalı. Aile ve çok bilmiş yakınlarınızın gözü para bürümüş hayalleri doğrultusunda değil.

Çok fazla insan tanıdım üniversite yaşamımda. Doktorluk okuyanda vardı avukat olmak isteyen, mühendislik okumak isteyende vardı tarih bölümü okuyan. Adam tiyatro ile ilgili bölüm okumak istiyor ve gerçekten de başarılı olacağına inanıyor; ama bu arkadaşın babası "O işte para yok!" diyerek mühendislik yazdırmış. Sonuç? Seçimlerinden nefret eden bir birey. Bu birey mühendislikte yapamayacak; çünkü dersleri geçmek için geçiyor. Sizce verimli olabilir mi? Bundan 3-4 dönem önce bizim bölümdeki birini anlattı danışman. Çocuk GATA tıp'ı kazanmış. İlk stajında 2. derece yanık görünce okulu bırakıp bizim bölüme geçmiş. Dışarıdan bakınca "Salak lan bu! Tıp bırakılır mı?" diye bilirsiniz; ama adam yapamayacak bunu. Kandan korkan tıpçı, matematiği sevmeyen mühendis, çocuktan nefret eden öğretmen olmaz, olamaz.

Öncelikle ne istediğinize karar vermelisiniz ve bir şekilde çevreden gelen önerilere kulağınızı tıkamalısınız. Özellikle her şeyi çok bildiğini sanan ama hiç bir şeyi bilmeyen insanların söylediklerine ve tabi ki aileniz ve akrabalarınıza. Anne-Baba'ya "Ben sizin istediğinizi yapmayacağım!" demek zordur elbet; ama dediğim gibi bu sizin hayatınız ve bu yüzden kendi istekleriniz ön planda olmalıdır başkasının değil. Onlar tabi ki sizin iyiliğinizi istiyor; ancak ileride mesleği yapacaklar onlar değil siz olacaksınız. Bu yüzden sevebileceğiniz bölümü tercih etmelisiniz. Onlara bu hayatın sizin olduğuna ve ileride mutlu olarak bir mesleği yapmak istediğinizi anlatmalısınız ve tabi diğerlerine de...

Bundan sonrası zaten kolay. Yazdığınız bölüm ve üniversitelerin hepsine gidecekmiş gibi tercih yapmalısınız. En baştakinden en sonundakine kadar, hangisi olursa olsun gittiğinizde mutlu olacağınız tercihleri yapın. Bu nasıl olsa çıkmaz sona yazayım demeyin. Hiç belli olmaz ve eğer çıkarsa (-ki çıkıyor zaten) gitmek zorunda kalırsınız. Burada şuna göre tercih yapın, buna göre tercih yapın diye bir şey anlatmama gerek yok sanırım. Zaten nasıl tercih yapıldığını herkes biliyor.

Son olarak bir şeye daha dikkat çekmek istiyorum. Tercihlerinizi dershanelere göre yapmayın. Gidip fikir alın ve fikirleri değerlendirin; ama onlara göre tercih yapmayın. Hepsine laf söyleyemem; ama dershaneler ticari bir kurum olduğu için reklam peşinde oluyorlar ve bu yüzden sizi illaki bir yere gitmenizi sağlayacaklardır. Bu konuda dikkatli olun. Tercihlerinizi bencilce yapmanız dileğiyle sağlıcakla kalın.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Üniversiteye Tekrar Hazırlanmak

Daha önce "Üniversiteyi Kazanamadım" isimli bir yazı yazmıştım. Bu zamana kadar çok fazla kişiye yardımcı olduğumu düşünüyorum; ancak yorumlardan ikinci yıl tekrar hazırlanmak ile ilgili çok fazla sorular aldım. Bunun üzerine de bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazımda ölüm gibi görülen üniversite sınavına tekrar hazırlanmayı ele alacağım. Öyle varsayım olarak da değil; çünkü bende üniversiteye tekrar hazırlanarak kazandım.

Şu anki durumunuzu çok iyi anladığımı bilmenizi isterim; çünkü sürekli size seneye tekrar hazırlanmanın kolay olduğunu söyleyerek teselli etmeye çalışan çok insan var. Siz de bıktınız haliyle. Bir de şu çok bilmişler yok mu? Deli ederler insanı, yok şöyle yap yok böyle yap "Lan bi susun da rahat edelim" diyesiniz var. Anlıyorum arkadaşım, çok iyi anlıyorum. Bir de etrafınızda kazanan arkadaşlarınızı gördükçe iyice canınız sıkılıyor. Neyse konuya girelim artık.

Öncelikle şu üniversiteye tekrar hazırlanmanın zaman kaybı olacağı düşüncesini kafanızdan atın; çünkü siz kalan ömrünüzün 40-50 yılını üniversitede okuyacağınız mesleği yaparak geçireceksiniz. Bu 40-50 yıl için harcanan fazladan 1, 2 hatta 3 sene pek önemli değil açıkçası. Eğer "Elalem ne der?", "Ailem ne der?", "Karşı komşunun kazanmış olan oğlunun annesi ne der?" diyerek hiç sevmediğiniz bir bölüme giderseniz, bahsetmiş olduğum 40-50 yılı da işinden nefret eden mutsuz bir birey olarak geçireceksiniz. Bu yüzden tercih yaparken bunları düşünmeyin. Üzülecek olan aileniz olabilir; ama kalan 40-50 yılınızda mahfolmuş bir evlat görünmek onları daha çok üzeceğinden emin olabilirsiniz. Birilerini kırmamak için tercih yaparsanız ömrünüzden fedakarlık edeceğinizi unutmayın ve lütfen bencil olun. Gerçekten önemli olan sizsiniz. Karşı komşunun aferin demesi değil.

Peki nasıl geçer bu üniversiteye tekrar hazırlanma senesi? Emin olun bu sene çok rahat geçecektir. Şu anda geçirdiğiniz seneyi bir düşünün. Okul, Dershane belki stajınız bile olmuş olabilir. Okul zaten ayrı bir durum ve eğer stajınız da varsa..? Sizce de fazla stresli bir dönem değil mi? Onca koşuşturma arasında birde sizden hayatınız için önemli bir karar vermek için çaba sarf etmenizi istiyorlar. Artık o stresli döneminiz yok. Okul yok, staj yok. Sadece siz ve dersleriniz var. Zaten her insan bir çok işi bir arada götüremez. Yapı meselesidir bu. 2-3 işi bir arada götüremeyebilirsiniz bu çok normaldir. Bu yüzden tekrar hazırlanmak sizi rahatlatır ve rahatça kazanırsınız.

Şimdi küçük bir hesap yapalım. 6 ay ders çalışarak sınava gireceğinizi düşünelim ve günün sadece 8 saati ders çalışmak 8 saati mükemmel bir uyku ve kalan 8 saati size kalmış. Aslında düşünürseniz şimdiden güzel geliyor bence. 8 saat x (6 ay x 30 gün) = 1440 yani 6 ay boyunca 1440 saat çalışacaksınız. Buda 2 ay aralıksız, hiç uyumadan çalışmak anlamına geliyor. 6 aydan daha fazla ve 8 saatten daha fazla çalışabileceğinizi düşünürsek, kazanmamanız için hiç bir neden yok.

Birde canlı örnek olarak ben ne yaptım? Sizin yaşadığınız durumların aynısını yaşadım fazladan benim girdiğim senemde YGS-LYS sistemine geçildi. Açıkçası bu benim için büyük bir sorundu bu yüzden kendinizi şanslı hissedebilirsiniz. Bunların haricinde okul ve staj yoktu bu yüzden çok rahattım. Dershaneye giderek hazırlandım; çünkü kendime güvenemedim. Eğer siz kendinize güveniyorsanız internet diye bir nimet var ve araştırırsanız bütün derslerin anlatımını video olarak veren siteler var, bunlardan yararlanabilirsiniz.

Koca sene boyunca derslerime iyice çalışım. Sadece bana ait olan bir sene ile baş başa, derslerle dolu bir yıl geçirdim. Sonunda da mutlu sona ulaştım. Şu anda arkama dönüp bakıyorum da hiçte boşa geçen bir yıl değilmiş. Zaten ben o günleri unuttum bile. Şimdi diyorum saçma sapan bir şey için kendimi üzmüşüm, böyle rahat olacağını bilseydim hiç üzülmezdim ve çevremdekileri de üzmezdim. Belki şu anda bana "Söylemesi kolay!" diyorsunuz; ama emin olun üniversiteye başladığınızda bunu siz de diyeceksiniz. Hatta bir de "Üniversite sınavı çok kolay!" diyeceksiniz. Siz eğer isterseniz her şeyi yapabilirsiniz. Sadece kendinize güvenin ve yapın. Kendinize çok çok iyi bakın ve unutmayın siz önemlisiniz, başkası değil! Kalın sağlıcakla.

5 Temmuz 2013 Cuma

Çoğunluk?

Son zamanlarda çoğunluk diye başlayan cümleleri sıklıkla görmekteyiz. Nedir bu çoğunluk? TDK'ya baktığımızda anlamsal olarak "Sayı üstünlüğü, Ekseriyet, Azınlık karşıtı" olarak görüyoruz. Sanırım bundan sonra bunun anlamı "Doğruyu söyleyen grup, Mutlak Doğrucular, Yanlış yapmayan" olarak değişecek gibi gözüküyor; çünkü cümlelerdeki kullanımına baktığımızda "Bunca çoğunluk yalan mı söylüyor?", "Çoğunluğun dediği olur", "Çoğunluk yanlış mı yapıyor?" gibi soru kalıplarında görmeye başladık.

Bu sorular aslında soru olarak değil bir cevap olarak söylenmekte. Bunca çoğunluk yalan mı söylüyor denildiğinde aslında bunca çoğunluk yalan söyleyemez, yanlış yapamaz. Bir şeyler yanlış olsaydı çoğunluk tarafından desteklenemezdi. Diye söylenmek isteniyor. Ben burada Gezi Parkı eylemlerine katılan çoğunluğun veya karşıt görüş olarak hükümeti destekleyen çoğunluğun haklı veya haksızlığını destekleyen yazı yazmıyorum. Asıl anlatmak istediğim kelimenin kullanılış yerinin doğru olmadığıdır. Bir taraf tutarak diğer tarafı eleştirmek gibi bir amacım yok.

Çoğunluk kelimesi kullanılarak ve çoğunluktaki sayıyı referans göstererek bir tarafın haklı olduğunu söyleyemezsiniz. Bunun çoğunlukla alakası yoktur. Birazdan vereceğim örnek ile daha anlaşılır olacaktır. Bizim genel sorunumuz demokrasi anlayışımız. Biz ilkokuldan bu yana demokrasiyi sandıkta oy vermek olarak öğrendik. Yani sandıktan çoğunluk çıktığında sadece onların istedikleri olur gibi bir anlayışımız var ki bu da toptan yanlış bir anlayıştır. Bu anlayışla toplumun çoğunluk kısmında olmayanlarını rahatlıkla ötekileştirebiliriz. Buda günümüzdeki sorunların tohumlarını ekmeye yarar.

Demokrasi çoğunluğun isteiği olur anlamına gelmez. Çoğunluğun dediği doğrudur anlamını da çıkartamayız. Her kesimin ihtiyaçları göz önünde bulundurulduğunda gerçek demokrasi ortaya çıkar. Yani demokrasi sadece sandıkta oy vermek ve herkesin oy kullanabileceği anlamında değildir. Bu resmen azınlıklar çoğunluğa uysun demektir. Bu durumda azınlıkların hiç bir dediği olmaz ve sonsuza kadar da olmayacaktır; çünkü onlar azınlıktır. Ben burada azınlığın tüm dedikleri olmalıdır gibi bir savıda desteklemiyorum yanlış anlaşılmasın. Biz eğer bir toplumsak herkesin istedikleri olmalıdır. Bazen çoğunluk isteklerinden fedakarlık etmelidir bazen de azınlıklar. Her zaman çoğunluğun veya her zaman azınlığın istedikleri olmaz. Bu da hatalıdır. Herkesin istekleri az veya çok bir şekilde karşılanmaya çalışılmalı ve toplumu bir arada tutmalıdır. 

Gelelim vereceğim örneğe. Bundan uzun yıllar önce herkes evrenin Dünya'nın etrafında döndüğüne inanırdı. Sonra Galileo diye biri çıktı ve Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü söyledi. Bu görüşü yüzünden ömür boyu ev hapsine mahkum oldu. Galileo o zaman azınlık bile değildi ve çoğunluğun bildiği yanlıştı. Günümüzde ise o zamanın çoğunluğunun benimsediği anlayış dikkate bile alınmaz. Doğrulara çoğunluk karar veremez, bazen bir kişi çıkar ve bütün doğru bilinenleri alt eder, bütün çoğunluğun karşısında. Tıpkı Galileo gibi bir çok bilim adamı ve zamanın bir çok peygamberi gibi. Kalın sağlıcakla.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Tanrı Üzerine İki Farklı Görüş

Bu sene içerisinde felsefe diye bir ders alarak yarım dönemimi geçirdim. Bu derse giren hocanın garip tavırları ve gülmemek için karşı konulamaz mizah anlayışı dersi sevme ve önerdiği kitapları almama neden oldu. Ders konuları arasında Antony Flew'in "Yanılışım Tanrı Varmış" (There is no a God) isimli kitabı geçti. Bende bu kitabı araştırırken girdiğim sitede John C. Lennox'un "Aramızda Kalsın Tanrı Var" kitabını buldum. Sonra kitapları almaya karar verdim; ancak sadece tek görüşe ait kitapları okumak pek iyi olmadığını düşününce biraz araştırdıktan sonra Dünyaca ünlü ateist Richard Dawkins'in "Tanrı Yanılgısı" isimli kitabını da almaya karar verdim. Bu durumda üç farklı görüşe sahip kitap almış olacaktım. Yani ateist, dindar ve ateistken inanan biri olmuş kişinin anlattıkları ile ilgili kitap. Şu anda John C. Lennox ve Richard Dawkins'in kitabını okumuş bulunmaktayım. Antony Flew'in kitabını daha okumadım; zaten Dawkins'in kitabına karşılık Lennox'un kitabını okuduğum için yazıyı yazmamda Flew'in kitabına gerek görmüyorum. Zaten ikisi de zıt görüşe sahip kitaplar. Flew'in kitabı görüşü değiştirmekle ilgili. Bu yüzden iki zıt görüşe sahip yazarın kitapları bu yazı için yeterli.

İlk okuduğum kitap Richard Dawkins'in "Tanrı Yanıgısı" ile başlamak istiyorum. Kitaba ilk başlarken ön sözde geçen bir cümle beni çok etkiledi, bu cümle "Bu kitap dindar birini ateist yapmak için yazıldı. Eğer kör bir dindar değilseniz Tanrı'ya inanmaktan vaz geçersiniz." tarzında bir yazı yazıyordu. Açıkçası bu yazı beni iyice kitabın içeriğini merak etmemde katkı sağladı. Ne kadar "Acaba okumasam mı?" desem de, merakım daha ağır bastığı için okumak zorunda kaldım. Kitabın özetini merak ediyorsanız TED'teki konuşmasının Türkçe altyazısını izleyerek biraz fikir edine bilirsiniz.

Richad Dawkins'in bilimsel dayanaklı ve özellikle eski ahitleri mantıklı olarak eleştirmeleri çok güzel. İnsan ister istemez "Hakikatten doğru yahu!" demeden edemiyor. Kitabı özellikle biyoloji ile ilgili bölümleri tavsiye ederim. Gerçekten bilgi sağlayacağınız çok fazla bölüm var. Biyoloji okumayanlar da en az bir lise biyolojisine sahiplerse mutlaka bir şeyler anlayacaklardır; ancak şimdiden söyleyeyim biraz sıkıla bilirsiniz. Kitabın yedinci bölümü ve bu bölümden sonraki bölümlerde daha çok kendinizle yakın yazılar oluyor; ama genede diğer bölümleri okumalısınız.

Dawkins inanmayan biri olduğu için dini inanca çok rahatlıkla dışarıdan bakarak eleştiri yapabiliyor. Kitabı okuduktan sonra bir ateistin gözünden dinin nasıl göründüğünü anlayabiliyorsunuz. Dawkins buna "Bir Hristiyan veya Müslüman için Yehova, Altın Buzağı veya Güneş Tanrısı ne ise benim için de Tanrı odur. Aslında her inanan bir şeylerin ateistidir. Bir Hristiyan Altın Buzağı'na inanmaz ve ona tapmaz, bu yüzden Altın Buzağı'nın ateistidir. Kendi dininin tanrısına inandığında diğer tanrılara inanmadığı için, o tanrılara karşı ateistik görüşü olur. Benim inanmadığım tanrı sayısı ise sizden 1 tanrı daha fazla." olarak cevap veriyor. Açıkçası felsefecilerin ilginç cümleleri her zaman hoşuma gitmiştir.

Lennox'un kitabına gelecek olursak, onun kitabı da çok faydalı bilgiler içeriyor. Kendisi matematikçi olduğu için ateistlerin varsayımlarının çoğunu anlaşılabilir işlemler ile çökertme gücüne sahip. Tanrının varlığı üzerine ileri sürdüğü örnek çok hoşuma gitti. Örnek şöyle "Ford marka bir arabayı tasarlayan bay Ford bu arabanın tasarımcısıdır, tıpkı evreni tasarlayan Tanrı gibi tasarım söz konusudur. Biz bu arabayı daha önce hiç araba görmemiş birine gösterip 'Bak, bu arabanın içinde Ford isimli Tanrı var. Eğer bu Tanrıyı mutlu edersen araba gider. Mutlu etmeyip kızdırırsan, araba arıza verir hatta hiç gitmez.' dersek buna inanır. Eğer bu adam içten yanmalı bir motorun nasıl çalıştığını keşfederse içinde Ford isimli bir Tanrının olmadığını anlayabilir; ancak Bay Ford'un bir tasarımı sonucu üretilmediğini inkar edemez; ama günümüzdeki ateistler bunu yapıyor. Mağara duvarında basit iki çizgi gördüğünde bunun akıllı bir varlık tarafından çizildiğini söyleye biliyor; ancak DNA gibi bas bas bağıran tasarımsal bir şey gördüklerinde tesadüf sonucu oluştuğunu söylüyorlar. Bu nasıl bir çelişkidir?" en sevdiğim örneği buydu.

Lennox'un tek beğenmediğim yanı bu kadar kaliteli biri olmasına rağmen eleştirileri çok çocuksu. O bunu diyorsa bizde bunu sorabiliriz gibi benim babam seninkini döver gibi hiç gerek olmayan düşük düzeyde eleştirileri var. Onun dışında her şey mükemmel, daha çok Dawkins'i hedef alan eleştirileri var.

Bu tip alanlara merakınız varsa ve görüş sahibi olmak istiyorsanız bu kitapları okumanızı tavsiye ederim. Okuduktan sonra rahatlıkla bir şeylere karar verebiliyorsunuz ve bu bilim adamlarından da güzel bilgiler ediniyorsunuz. İyi okumalar, kalın sağlıcakla.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Karşı Kaldırımdan Yürümek


Yaşama faklı gözle bakmak farklı duygular katar. Bu bazen pişmanlık olur bazen de mutluluk. Çoğu zaman da bir şeylerin farkına vardığımızı görmüş oluruz. Önemli olan farklı bir açıdan bakabilmektir. Hani siyasilerin sürekli kullandığı bir deyim vardır, at gözlüklerini çıkartmak diye, hiç farkında olmasak da bazen yürüdüğümüz yola bile at gözlükleriyle bakıyoruz. Her gün aynı yoldan yürüdüğümüz halde o yolun sağında veya solunda ne olduğunun bile farkında değiliz.

Geçim sıkıntısıydı, zamlardı, bilmemnelerdi derken sadece önümüze bakıyor ve etrafta olup bitenlerden haberimiz bile olmuyor bazen. Buna hayat şartları diyerek kestirip atmamak gerekir. Bizde biraz boyun eğiyoruz gibi duruyor. Bazen de sadece önümüzdekini takip ederek uçurumdan atlayacağını görsek de devam ediyoruz. Kafamızı yandan çıkartıp "Nereye gidiyoruz?" demek aklımızın ucundan geçmiyor. Sonrada diyoruz ki; kafamız çok dolu.

Belli bir sistemin içerisinde yaşıyoruz, buna kimsenin karşı çıkacağını zannetmiyorum. Bana göre tek yaptığımız hata o sistem gerekliliklerini harfiyen uygulamamızdan geçiyor. Buna da monotonluk deniyor. Sistem bize Ev-İş arasında bir hayat gösteriyor bizde bunu yapmakla yükümlü olduğumuz bir şey olarak görüyoruz. Farklı bir şey yaptığımızda da günah işliyormuşuz gibi gözüküyor. Her gün evde yemek yiyen biri eşini ve çocuklarını alıp yemeğe çıkıyor sonra evde kafasını yastığa koyduğunda "Yahu acaba gitmesemiydik? Boşuna para harcadık." diye günah çıkartmaya başlıyor.

Çok değil bundan 3-4 hafta önce sevgili babaannemler bizi ziyaret etmeye geldi. Otobüs garına gidip onları aldım. Halk otobüsüne bindiğimizde babaannem ikide bir "Ne kadar yeşilmiş buralar" deyip duruyordu. Bende "Neymiş bu yeşil olan?" diye otobüsün camından gittiğimiz yolun çevresini incelemeye başladım. Komik ama her gün gittiğim yolun etrafının nasıl yeşil olduğunun farkında bile değilmişim, içimden "Hakikaten yeşilmiş yahu!" dedim. Sonra farkına vardım ki ben sadece otobüsün gittiği yolu izliyormuşum sağında solunda ne var diye hiç bakmıyormuşum. Resmen otobüs hattının oluşturduğu sisteme bile ayak uydurmuşum. Otobüsün bir parçası gibi... Kim sorsa insan...

Aradan bir kaç gün geçince okuldan kursa doğru gidiyorken gene böyle bir durum içerisinde buldum kendimi. Kaldırımın üzerinde kursa doğru giden, kulağında trafik seslerini duymamak için çalan bir müzik ve öne bakar pozisyonda hızlı adımlar. Sonra kafamı kaldırıp kulaklığımı çıkarttım. Gene iğrenç trafik sesleri gelmeye başladı. Sonra farklı bir şey yapmak amacıyla yolun karşı kaldırımına geçtim. O tarafta da uzun ağaçların bulunduğu bir park var. Yürümeye başladım, sonra kulağıma kuşların sesleri ve parkın içinde bulunan havanların sesleri gelmeye başladı. Ağaçlar, kuşlar, hayvanlar ve gördüğüm yerler yeşil. Aslında farklı bir şey yapmadım sadece yolun karşısından gidiyordum. İşte o zamana kadar ben sadece trafiği ve insan kalabalığını görüyormuşum. Onuda yolun karşı tarafına geçince anladım.


Bakmakla görmek arasında fark var derler ya, tam da o hesap (Bu arada yukarıdaki video 3 Idiots diye bir filmden izlemenizi tavsiye ederim). Sanırım bazen biz sadece bakıyoruz ve sadece bakmak istediğimize bakıyoruz. O zamanda görmeyi unutuyoruz. Sonra da diyoruz ki monotonluk ve hayat şartları. Bazen karşı kaldırıma geçmek gerekir. Sağınıza solunuza bakmayı unutmayın, sağlıcakla kalın.

9 Haziran 2013 Pazar

Sistemdeki Ha Ben Ha Sen

Geçen sene Mayıs ayında yazdığım yazıya şöyle bir göz gezdirdim (Yazın Ne Yapsam?). Yurtdışında tatil yapacaklar için yaptığım eleştiri bu sene benim için de geçerli. Aslında yazıma hala katılıyorum. Paragrafların birinde 5 senede biriken paranın 5 günlük tatilde nasıl harcanacağı hakkında bir yer var. Yurtdışına çıkmak için 5 senede para biriktirmiş değilim; ancak yedi ayda biriktirdiğim parayı 35 gün gibi kısa bir sürede harcayacağım gayet açık. Ayrıca uçak biletiydi, tren biletiydi, pasaport zart zurt derken bir o kadar paranın yarısını da gitmek için temel oluştururken harcadım. Belki şu anda "Tüü yazık vallaha!" diyeceksiniz; ama buna nasıl karar verdiğimi anlatınca (Zaten asıl yazmak istediğim konu bu...) belki hak verirsiniz.

Hayatımın üniversite evresinin son aşamasına gelmiş bulunmaktayım ve bu son yazım (Mevsim olarak). Hayata bir adım kala gibi bir şey. Üniversiteye hazırlananlar veya üniversitede okuyanlar iyi bilirler, çevrelerindeki bir çok insan "Üniversitedeyken gez dolaş sonra bir daha bulamazsın bu günleri" diye öğüt verirler. Bende bunlara çok maruz kaldım ve bu zamana kadar hep kulak arkası ettim açıkçası. Başlarda iyi yaptığımı düşünürken bundan 6 ay önce kendimi sorgularken buldum.

Soru gayet açık ve net "Ne yaptın oğlum sen bu zamana kadar?" komik bir cevap geldi yine kendimden "Ödevler, projeler, ders, final, vize falan, bunlara çalıştım." bu sefer cevap verdi içimdeki ben "İyi halt ettin!". Sonra bi düşündüm gerçektende bir şey yapmamışım sosyalleşmek bağlamında. Aslında 2-3 kere sinemaya gitmişliğim var da onların devede kulak pisliği gibi göründüğünü düşünmekteyim.

Sonra uzaklara daldım ve aklıma lise dönemim geldi. 5 tane okul gezisine katılmışım, 1 tane dershane gezisi, her yaz arkadaşlarla en az 5 gün süren kamplara gitmişim, 2 kere kendi şehrime en yakın şehirleri gezmişim, okulda tiyatroya girmişim o da yetmemiş bir de dans grubunda dans etmişim. Peki ben üniversitede ne yapmışım? Hiç.

Başkanlığını yaptığım topluluğun kitap yardım kampanyasından başka geleceğim için baya bir seminere katıldım; ancak bunlar 1. ve 2. sınıfta olan şeyler. 3. sınıf ise tam bir fiyasko! Bunun nedeni de okuduğum bölümün 3. sınıfı ağır olması ve altta kalan derslerimi vermek için büyük çabalar sarf etmem. Buna ek olarak birde İngilizce kursu eklenince al sana harika bir üniversite-ev-kurs üçgeni o da eşittir monoton bir yıl. Kurs falan kötü oldu diyemem tabi ki; ancak sosyalleşmek diyemiyorum. Sonra bir de hiç işim gücüm yokmuş gibi Anadolu Üniversitesi'nin ikinci üniversite kapsamında İşletme okumaya çalışmam. Sanki bu yoğunluk bana yetmiyormuş gibi...

Bunların hepsini bir arada götürmek üç arabayı aynı anda ittirmeye çalışmak gibi bir durum bana göre. E tabi hal böyle olunca apışıp kaldım. Ankara'nın çevresinde bile bir sürü yer var; ama onlara bile gidemedim ya da o enerjiyi bulamadım. Onu bırak şu bloğa bile yazı yazamadım. Geçen sene 62 yazı yazmışım şu an bu yazı ile beraber 14. Geçen senekinin yarısının, yarısından bile az.

Sonra da dedim ki "Lise de bile neler yapmışım üniversitede daha fazlasını yapmam gerekirken kabuğuma çekilmişim. O zaman bir şeyler yapmam lazım!" diye düşünürken aklıma interrail ile yurtdışına gitmek geldi. Yaza kadar da epey bir vakit olduğu için hem para biriktirmeye hem de plan yapmaya başladım. Hem bu sayede İngilizcem için pratik şansımı da yaratmış oldum. Sistemin içinde kendimi harap etmek yordu biraz, bu yüzden de çok farklı ve belki de hayatımda ilk ve son olacak şeye kalkıştım. Şimdi sınavlar falan bitti ve diyorum ki, iyi ki de buna kalkışmışım. Unutulmayacak bir yaz olacağına inanıyorum.

Ey üniversiteye hazırlananlar, yeni başlamışlar veya benim gibiler, hiç olmadı sistemin içinde sıkılanlar! Biraz şundan kurtulmak lazım. Ne yapın edin bir şeyler yapın. Zamanın hızlı geçtiğini zaman geçtiğinde anlamak insana koyuyor biraz. Ben bunu şimdi anladım ve bir şeyler yapıyorum. Bundan sonra da yapmaya devam edeceğim. Sistem bizi içinde çözmeden arada bir çıkıp hava almak lazım, ha sen ha ben fark etmez. Kalın sağlıcakla...