26 Ekim 2012 Cuma

Hayatın İçine Etmek

Başlığı koyarken ufak bir zorlanma yaşadım; çünkü cümleye "Hayatın içine..." diye başlayınca insanın sonuna "sıçmak" kelimesini kondurası geliyor. Sonra kedi kendime "Yazının başlığına sıçmak diye bir şey yazmalı mıyım?" diye soru sordum "dikkat çeker, komik olur, ilginç olur..." diye yanıtlar aldım; ancak google'ın arama motoruna "Sıçamıyorum" gibi bir şey yazıldığında benim bloğun çıkmasını istemiyorum, bu yüzden "Etmek" kelimesiyle değiştirdim. Başlıkları koymada böyle sıkıntı yaşarken, geçtiğimiz günlerde "kendi anası ile yatak hikayeleri" yazıp benim bloğu bulan arkadaşı tebrik ediyorum. Saçma yerlerde benim blog çıkmasın diye uğraşırken böyle uzun bir anahtar kelime yazıp burayı bulması büyük başarı. Bir gün karşılaşırsak elini sıkmayı düşünüyorum.

Konuya giremeden böyle bir durumdan muzdarip olduğumu belirterek, yazmak istediğim konuya başlamak istiyorum. Türkiye de yaşamak zaten hayatta kalma çabası içerisinde olmak demek. Aslında bu memlekette yaşayarak hayatın içine etmeyi kendiliğinden yaptırtabiliriz. Sizin tek yapmanız gereken halk otobüsüne binmek. İşte o otobüse binerek hayatınızın içine etme biletine sahip olabilirsiniz. Olay çok basit: İki adet aynı hatta çalışan kendini bilmez şoför otobanda yarışa tutuşurlar, sonra kaza olur, şanslı iseniz veya Allahın sevgili kulu olmak diye tabir edilen durumda olmayı başarabildiyseniz ya oracıkta ölürsünüz ya da ufak sıyırıklarla kazayı atlatırsınız. Aksi takdirde kısa çöpü çektiniz demektir.

Senenin ilk dersine giren hocanın kurduğu ilk cümle şu oldu: "Ben burada tesadüfen yaşıyorum" ilk başta derste dikkat çekmek için yaptığını düşündüm; ancak başından geçenleri bir anlattı, tesadüf kelimesi bile zayıf kaldığını anladım. Başından geçenleri aklımda kaldığınca anlatıyorum: Sağcılığın ve solculuğun aşırı yaşandığı dönemde rahmetli Ecevit televizyona çıkıp "Terörü bitirdik" açıklaması yapıyor. O açıklamayı yaptıktan sonra bizim hoca da "Nah bitirdin, birazdan bombalar patlar" cümlesini kuruyor. İşte o aralar sokağın bir yerinde patlama oluyor. Bizim hoca da bakmak için balkona çıkıyor. Ortalığa bakınırken orada film kopuyor ve gözlerini hastanede açıyor. "Ne oldu bana?" gibi sorular sorarken, meğersem diğer bombada bunların balkonda patlamış. Adam hastaneye kaldırılmış, bağırsaklarının bilmem kaçı kesilmiş, iyileşmiş falan... Daha sonra bir müddet işsiz kalmış. Özel üniversitede çalışmış. Emeklilik isteyince ikramiyesi verilmemiş ve üniversite ile mahkemelik olmuşlar. Aradan 8 yıl geçmiş mahkeme bunun haklı olduğuna karar vermiş, hakkı verilmiş anladığım kadarıyla. Yaş olmuş 50-60 arası bir şey, yeni yeni düzene oturmuş bir hayatı var. O da gördüğüm kadarıyla. Sonuç ne? Bildiğin birileri bu adamın hayatının içine resmen sıçmış. Yaşanan yer? Türkiye. Bitmiştir.

Son iki örnek başkaları tarafından, yaşamlara edilen müdahaleler sonucu ortaya çıkan boktan durumlarla ilgiliydi. Birde kendi kendimize yaptığımız şeyler var. Ben buna "Kişinin kendine koyduğu çember" olarak tanımlıyorum. Bu çemberi anlatmadan önce Elif Şafak'ın çember ile ilgili TED'te anlattığı hikayeyi de ele almadan da önce, bir şey anlatayım. Ben bu bayana mail attım. Dedim yazınızı bloğum da yayınlamak istiyorum izin verir misiniz tarzında. Hiç beklemiyordum ve sonuçtan çok umutsuzdum. O umutsuzluğum doğru çıktı ve cevap mevap gelmedi. Şu an itibariyle bundan sonra yazdığım kalın ve italik olan yer bana ait bir düşünce değildir. Elif Şafak'ın sitesinde bir yerde bulabilirsiniz. Ne diyor bu bayan çember ile ilgili hikayede?:

... ama bir de geometrik bir şekil kullanacağım: çember. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız. Fransa Strasbourg´da Türk bir anne babanın çocukları olarak doğdum. Kısa süre sonra ebeveynlerim boşandılar, ve ben de annemle beraber Türkiye´ye döndüm. O günden sonra, bir dul annenin yetiştirdiği tek çocuk olarak büyüdüm. 1970´li yılların Ankara´sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu geniş ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise gene beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı def etmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi. Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi. Bu, ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten biri oldu. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. ...


Son noktaya dikkat lütfen! Ne diyor? "... bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. ..." işte o kalın duvarları biz beynimizde koyuyoruz. Küçüklükten itibaren çocuk "Ben matematiği yapamıyorum!" diye milyon defa söylüyor ve gerçekten de yapamıyor. Çünkü matematiği yapabilme inancının etrafı kalın duvarlarla çevrili eğer o duvarı yıkarsa matematiği yapar.

Bir insanın ruhunu çembere almak, cümlesini anlamlandırmak zor değil bu çember bir anne olarak siz de olabilirsiniz, bir ders olarak kişinin kendisi de olabilir, koskocaman küresel bir ideoloji de olabilir. Önemli olan çembere almak. Bundan sonra kalınlık ta önemli değil. Sonuç olarak her yerimizin kapalı olduğu bir yerdeyiz, ne önemi var kalınlığın? O duvarı yıkmaya yeltenmedikten sonra?

Bir gün kendinize koyduğunuz çemberin dışına çıkmayı başarırsanız o zaman kendi hayatınızın, nasıl içine ettiğinizi görürsünüz. Bir çemberi koymak için "ben bunu yapamam" demek yeterlidir. Bunun sayesinde hayatımızın içine edecek büyüklükteki bir çemberi hayatımızın içine sokmuş oluruz. O çemberleri yıkmanız dileğiyle kalın sağlıcakla.

23 Ekim 2012 Salı

Bir Gün Olacak!

Neden geri kalmış bir ülkeyiz gibi açılan konularda verdiğim ilk cevap "Eğitim sistemi kötü de ondan" oluyor. Bu sefer de "Aman be sende her şeyi eğitime bağlıyorsun" cevabı alıyorum. Tamam kardeşim başka şeylere bağlayayım da ben bunun üzerine bölüm okuyorum ne yapayım? Kalkıp sanayisel sorunlara bağlayacak halim yok. Bağlasam da sadece bağlamakla kalırım bununla ilgili soru sorulduğunda cevabını veremem zaten.

Her neyse konuyu geri kalmışlığa çözümden çok nedenlerini anlatmak istiyorum. Çevrenizdeki insanların yaptıkları mesleklere bakın, sonra bu mesleğin görevlerine bakın. Birde bu insanın yerine getir(me)diği görevlere bakın. Arada çok fark göreceksiniz. Kimse yerine getirmesi gerektiği görevleri yerine getirmez ve bunu da sebebi bilinmez olarak tabir ederler. İşte buradaki sebep eğitimdir. Bu eğitimin verildiği yerde, görev ve sorumlulukların önemi anlatılmaz ya da anlatılsa bile müfredatta olduğu için anlatılır. Hadi onun da en iyi şekilde anlatıldığını var sayalım. Bu seferde insanlar yapmak istemediği işlere yöneldiği için görevlerini tam layığı ile yapmadığını görürüz. Bunun nedeni de sınav sistemleri. Sen kalk 12 yılın  hesabını bilmem kaç dakikalık sınavda sor ve ona göre eğitimini devam ettirme fırsatı ver. Olur mu? Olmaz tabi...

En taze olayı geçen gün bayram tatili için memlekete dönerken yaşadım. Otogara giderken kaldırımın üzerinde iki tane taksi ve yaklaşık 50-60 metre ötede polis arabası. Ben zaten uzun bir yol katederek o kocaman bavulu çeke çeke otogara getirmişim birde benim hakkım olan yola iki tane piç park etmiş. Yaklaşık 40-50 kilo olan bavulu kaldırımdan indirip sonra tekrar o bavulu kaldırıma çıkartmak zorunda kaldım. Bunu yapmadan önce de 1.5 km yol yürüdüm. Tamam belki çok büyük bir iş yapmamış olabilirim; ama iki araba yüzünden kaldırımdan inmek sinirlendirdi ve ilerideki polis arabasını görünce daha da sinirlenmeme, bunun devamında omuz ağrısına neden oldu.

Aslında burada olması gereken ne? Sen kaldırıma park etmiş iki aracı polise şikayet edersin, sonra polis gelip bu arabaları çeker. Zaten böyle bir uygulama olsa o arabalar oraya park etmez veya park etmeye cesaret edemez. Hadi park etti diyelim. Benim şikayette bulunmama gerek yok 50-60 metre ilerideki polisin onu görmesi lazım zaten. Görmemesi için hiç bir neden yok. Kör falan değilse tabi.

Olması gerekeni geçip olana bir bakalım. Olan: Ben klasik Türk insanı gibi park edenlere içimden küfür ettim, 50-60 metre ötedeki polislere de el sallayıp(!) otogara ulaştım. Eğer ben ilk başta kendi görevimi yerine getirip, gidip polislere şikayetimi arz etseydim belki de ilgilenme ihtimalleri olurdu; ama bu olaylardan önce ilk olarak belediyeye gitmek lazım; çünkü o kaldırım denilen yere araba rahatça çıkıyorsa kaldırım denmez. Onu da geç, o kaldırım denen yer de savaş yapılmış gibi, her yeri oyuk, tekerlekli bavulu o engebelerden geçirene kadar kaldırımı yapandan, yapma kararı alana kadar herkesin analarının ağzında hamak kuruyorsun. Birde iyi yanı var tabi onu da anlatmadan geçmeyeyim. Kaldırım 2 bölümden oluşuyor, birinci bölüm günümüze ait. İkinci bölüm ise biraz daha eski. Kaldırım müzesini yaşayarak geziyorsun. Çok doğal ve gerçekçi, üstelik bedava. Ne kadar güzel(!).

Nereye varacağımıza gelirsek, kimse görevini yerine getirmiyor kardeşim! Herkes kendi derdinde. Devlet çalışanına bir şey dersen "Görev başındaki memura hakaretten..." diye başlıyor. Bir bakıyorsun hakkında işlem başlatılmış. Sanki bu adamlar küfür edince görev başındaki devlet memuru oluyor. Sonuç olarak bir gün herkes görevini yerine getirecek. İşte o zaman gelişmeye başlayacağız. Bir gün olacak. Kalın sağlıcakla.

9 Ekim 2012 Salı

Sürekli ve Faşist İktidar Beyin

Bu yazıda iktidar olan siz ve faşistlik yaptığınız vücudunuzun siyasal durumunu anlatacağım. Farklı açıdan bir yazı olacağını düşünmekteyim, umarım zevk alırsınız.

Gün geçmiyor ki yediğimiz bir ürünün daha, sağlığa zararlı olduğu ortaya çıkmasın. Onu da bırak zararlı dediğimiz ürünlerin bile faydalı olduğu ortaya çıktığı zamanlar oluyor. Ne bok yiyeceğimizi şaşırdık açıkçası. Aklınızdan bir yiyecek ürünü geçirip google'a yazdığınızda, o ürünü yemekten vazgeçirecek bir ton yazı bulabilirsiniz. Ha birde GDO olayı var sormayın gitsin. Yediğimiz mısırın, mısır olduğu aşikar. Hadi diyelim mısırı yemedik, o GDO'lu mısırla beslenen hayvanın ürününü yediğimizde de GDO'yu almış bulunmaktayız. Neyse yemekten soğumadan konuya girelim. Günlük hayatımızı yaşarken vücudumuzda olan bitenden pek haberimiz olmuyor. Peki vücudumuzun dili olup siyaset yapar halde olsaydı ne olurdu?

Akciğer Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Hükümetten Ses Yok!" Yurda ağız yoluyla giren duman, kan hücrelerine oksijen alımını zorlaştırıyor. Halk (Kan hücreleri) oksijenin yeterli alınamamasından şikayetçi. Bir vatandaş (Kan Hücresi) ile yaptığımız röportajda şunları kaydettik: "Hükümet (Beyin) artık buna bir çare bulsun! İki üç tane oksijenle yetiniyoruz bazen bir tane bile aldığımız oluyor, bu kadar az oksijen götürünce civarda oksijenlerin verildiği halktan tepki alıyoruz, bazı yerlerde yolların (Damarların) tıkalı olduğunu görüyoruz, iki üç vatandaş yanyana zor geçiyor. Buna rağmen hükümetten hala daha 'Ciğerlerim bayram etti!' açıklaması yapılıyor. Bu terbiyesizlik değil de nedir?". Durum yerli halkında (Akciğer Dokusu) huzursuz olmasına neden oldu. Civarda yaşayan halktan "Yeter artık!" sloganları yükselmekte; ancak hükümetten hala bir açıklama yapılmış değil.

Karaciğer Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Mülteciler Sorun Yaratır mı?" Alınan yağlı gıda ve benzeri ürünlerin Karaciğer'de geçirdiği işlemlerde aksamalar gerçekleşiyor. Bu aksamaların sonucunda nedeni bilinmeyen bir şekilde tamamlanamayan işlemler sonucunda mülteci halk (Yağ dokusu) çevrede birikmiş durumda. Civardaki kalabalığın ilerde artmasından yerli halk (Karaciğer dokusu) endişe ediyor. "Böyle giderse göç etmek zorunda kalacağız." söylentileri iyice artmış durumda. Böyle bir problem olmasına rağmen hükümet herhangi bir tedbir almış değil.

Vücut Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Büyüme Kaydedildi" Son yapılan ölçümlere göre yurdun (Vücut) %2-3 oranında büyüdüğü ve bu büyümenin tamamen yağlanma ile alakalı olduğu açıklandı. Kasları Denetleme Kurulunun yaptığı açıklamaya göre büyümenin bu şekilde devam etmesi halinde sistemde aksamaların oluşacağı yönünde. Bu aksamaları gidermek için hükümetin bilinçaltı bakanlığına "Spor yapman lazım" bilgilendirmeleri gönderilmekte; ancak hükümetin dikkate almadığı görülmektedir. Son 3 ayda gerçekleşen büyüme hakkında hükümet "Benim kemiklerim iri" açıklaması yaptı. Bunun üzerine Kemikler Bakanlığından irilik ölçümleri aldığımızda böyle bir şeyin gerçek olmadığı, diğer ülkelerle aynı irilikte olduğu ortaya çıktı.

Kalp Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Kriz Kapıda!" Kalp Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre, yıllık büyüme oranının artışı ve buna takiben hareketsizlik ve fazla yağlanmadan dolayı eskisi gibi hafif olmayacak şekilde büyük bir krizin yaşanabileceğinin sinyallerini verdi. Hükümetin önlem alması için, kalp tarafından gönderilen ufak çaptaki krizlerin dikkate alınmaması ve hükümetten yapılan "Allah yazdıysa olur" açıklaması halktan büyük tepki aldı. Bütün halk ani bir krizin vereceği büyük hasardan korkuyor.

Böbrek Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Neslimiz mi Tükenecek?" Geçtiğimiz senelerde sol böbrek halkında oluşan taşlaşma nedeniyle ve taşlaşmadan dolayı halkın yapması gereken işi yapamamasından kaynaklı oluşan sorunda sol böbrek halkının yok olması ile sonuçlanmıştı. Sağ böbrek halkından aldığımız haberlere göre küçük taş parçalarının tekrar gelmeye başlamasından dolayı halk tedirgin. Neslimiz mi tükenecek sorusu halkın kafasını kurcalayan soru haline geldi. Hükümet bununla ilgili bir açıklama yapmamasına rağmen, sol böbrek halkında çıkan sorundaki gibi "Üşüttüm galiba" diyerek 3 yıl doktora gidilmemesinden korkuluyor.

Mide Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Mide Değil!" Mide Bakanlığı'nın yapmış olduğu açıklamaya göre midenin bu kadar büyümesi gerçekten sevindiriciymiş, daha fazla yemek alınabilmesinden dolayı aç kalma oranı düştüğünden bahsediliyor. Bakanlığın bu yıl sonunda hükümete isim değişikliği için başvuruda bulunacağını açıkladı. Dış haberlerden alınan bilgilere göre midenin, koyun işkembesi ölçülerine yaklaştığı ve bu yıl sonu itibariyle aynı ölçülere geleceği tahmin ediliyor. Bu yüzden yıl sonunda bakanlığın ismi İşkembe Bakanlığı olarak değişebilir. Hükümetin yapılacak değişikliğe karşı çıkacağı düşünülmüyor; çünkü alkol alımından sonra işkembe çorbası içildiği için mide halkına değişikliğin sinyallerini verdiği düşünülüyor.

Büyük ihtimal vücudun dili olup da siyaset yapabilecek duruma gelseydi bu tip haberler çıkardı. Acaba hükümete darbe nasıl olurdu?

Vücut Gazetesi: Ana Başlık: "Hükümetten Genel Açıklama 'Eşhedü enla...' " Hükümetten yapılan son açıklamadan sonra halk bu iki kelimenin anlamını araştırmaya başladı. Bu iki kelimenin ne anlama geldiği hala çözülebilmiş değil; ancak hükümetin bu açıklamasından sonra tüm yurtta başta Kalp Bakanlığı olmak üzere hepsi iflaslarını duyurdu. Halk hala iki kelimeyi araştırıyor. Kalın sağlıcakla.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Kurallarım Var


Aslında herkesin kuralları vardır. Oturup şöyle kuralım var, böyle kuralım var demeseler de herkesin bir miktar kuralı vardır; ancak kurallara inanıldığı zaman geçerli olur. Somut bir örnekten yola çıkarsak, Müslümanlığı kabul eden biri Kuran'a inanır ve Kuran'ın getirdiği kurallara uyar. Yani inanç önemlidir. Dinsel boyuta fazla girmeden farklı bir örnek vereyim. TC anayasasına inanırsak, onun getirdiği kurallara uyum sağlamak zorunda oluruz. Bu anayasaya inanmayan biri rahatlıkla kanunsuz işler yapabilir.

Bizim kişilere koyduğumuz kurallar da yaşadığımız ortamın koyduğu kurallara uygun ve koyduğu kurallar çerçevesinde olmak zorundadır veya olmalıdır; çünkü bizde başka kurallara göre yaşamaktayız. Matematiksel olarak yaşadığımız ortamın kuralları, özel kurallarımızı kapsamalıdır. Özel kurallarımız yaşadığımız ortamın kuralları kümesinden çıkarsa, yaşadığımız ortamın kurallarına uymamanın tepkisi ile karşılaşılır. Dünya da kendince uçmaya çalışan bir adamın tekrar yere düşmesi gibi. Bununla ilgili farklı bir örnek: Dünya üzerinde yaşayan insan yer çekimi kuralına uymak zorundadır. Bu vatandaş hayatındaki insanlara "Benimle konuşan kişi uçmalıdır" kuralını koyarsa, kıçıyla ceviz kırsa bu kurala uygun birini bulamaz. Ki zaten bu koyulan kurala inanmak mümkün değil. Döndük dolaştık gene inanca geldik.

Peki koyulan kurala inanma kat sayısı nasıl artar? Bu da tamamen koyulan kural ile alakalıdır. Ders yapmayan çocuğa "Bu dersleri bitirmezsen, bu akşam tuvaletini yapamazsın" derseniz mantığın dibine vurmuş olduğunuzdan, bu kurala ne uyulur ne de inanılır. Bu tip eğitimsel konularda mantıklı ve süreli kurallar koyulması daha iyidir. Ders yapmayan çocuğa "Derslerini yapmazsan 3 gün bilgisayar oynayamazsın" gibi kural koyulmalıdır. Gerçi biraz ceza sistemine kaysa da kural olarak da kabul edilebilir.

Şimdi gelelim sosyal hayatımıza. Herkes de genel olarak şöyle bir tanı vardır "Kimse herkesle anlaşamaz" doğru mudur? Tabi ki doğrudur. Gerçek anlamda anlaştığınız insanların çevreye karşı kurallarına bakın. Birde kendi kurallarınıza bakın. Yüzde doksan beş aynı kurallara sahipsinizdir ve bu yüzden anlaşırsınız. Evlenme olayı da tamamen bununla ilgilidir. İki kişinin kuralları birbiri ile hemen hemen aynı olduğundan anlaşarak hayatlarını birleştirme kararı alırlar. Aynı zaman da boşanma da bununla ilgilidir. İki kişi birbirinin kurallarını tam olarak öğrenemeden evlendiklerinde yaşam ortamları daha yakınlaşır. Bununla birlikte ikisinin de birbirine karşı bu zamana kadar hiç farkına varmadıkları kuralları ortaya çıkmaya başlar. Bunlara bir çözüm bulunmazsa ayrılma kararı alırlar.

Çok kuralcı insanlar da bulunmaktadır çevremizde. Buda kişilikle alakalıdır. Genel olarak titizlik olarak da tabir edilir. Gerçi bu titizlik nitelemesi temiz ve düzenli olan insanlar için kullanılır ama kuralcılarada titiz denilebilir. Temiz ve titiz olanlara da kuralcı diyebiliriz. Sonuçta her yaptıklarını belirli kurallar çerçevesinde gerçekleştirirler. Bu tipteki insanların sosyal hayatı pek olmaz çünkü kendi kurallarına uygun bireyleri bulamazlar bu yüzden de sosyalleşme olanakları yoktur. Hayatları belirli kurallar bütünüdür. Baya bir elit kesimdir. Azınlık bir grup insanın bu özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Şöyle bir etrafımıza baktığımızda hayatımızın tamamı kurallarla çevrilidir. Günlük yaşantılarımızda pek farkında olmasak da yazılı veya yazısız kurallara uyarak günümüzü geçiririz. Mesela kimse çıplak olarak otobüste yolculuk yapmaz veya apartmanda gecenin köründe son ses müzik dinlemez. Giyimimizden yaptığımız hareketlere kadar belirli kurallar çerçevesinde hareket ederiz. Elalem ne der kurallarını da unutmamak lazım tabi... Çoğumuz yaptığımız hareketleri elalemin koyduğu kurallara uygun halde yaparız. Neyse...

Kural konusuna değinmişken, kardeşim şu trafikte takip mesafesini koruyun yahu! Öndeki arabanın ta götüne kadar girince ne oluyor? Açıklıyorum arabalar çiftleşemez! Yok öyle bir şey. Ondan sonra kaza oluyor göz göre göre. Takip mesafesi = hız/2 metre. Mesela 100km hızla gidiyorsanız öndeki araba ile aranızda 50 metre olması lazım. Şu kurala uyun lütfen, kalın sağlıcakla.