26 Temmuz 2012 Perşembe

Hayat

Herkesin çeşitli düşünceleri vardır hayat hakkında. Kimisi lanet eder, kimisi güzelliğinden bahseder, kimisi de hayatın kendisiyle uğraştığını söyler; ama mutlaka bir düşüncesi vardır. Burada hayatın tanımını yapmaya çalışmayacağım nede olsa herkesin bir düşüncesi bulunmakta.

Öncelikle herkesin ağzındaki lafı masaya yatıralım "Hayat adil değil" evet değil; ama bir yere kadar. Hayata başlamanız için ilk önce doğmanız gerekir, işte o doğduğunuz ortam adil değildir. Kimisi zengin bir iş adamının oğlu veya kızı olarak doğar, kimisi fakir. Daha sonra büyüdükçe sunulan imkanlar kişiden kişiye değişmek üzere farklılaşır. Bu duruma kadar hayat adil değil diyebiliriz. Yani seçim yapamadığımız alanda (Aile, Cinsiyet vb.)  adillik aranabilir. Seçim yapmaya başladığımızda hayat bizim önümüze bir sürü seçenek sunar. En mantıklısından en mantıksızına kadar bir sürü seçeneğimiz olur elimizde. İşte burada seçtiğimiz seçenekten çıkan sonuçlara "Hayat adil değil" diyemeyiz; çünkü onu biz seçtik. Seçeneğin sonuçlarını düşünemediysen bu senin hatan, hayatın seninle uğraştığı falan yok. İşler ters gitmeye başlayınca bok atacak birini ararız, onuda bulamayınca "hayat" dediğin kavramın ağzına sıçıp sıvarız.

Hayat iki tarafında raflar bulunan bir yoldur. Bu raflarda da seçenek dediğimiz kutular bulunur. Siz o yolda ilerlerken, raflardan bir şeyler seçer önünüze koyarsınız. Koyduklarınız seçenek olmakla beraber aslında birer engeldir. Bu engelleri de ancak aşarak ilerleyebilirsiniz. Bazı kutular da birbirine değer. Eğer o değen yerleri göremezseniz istediğiniz kutuyu çekerken başka kutular da düşer önünüze. Onları aşamazsanız, orada takılır kalırsınız.

Seçeneklerimizle önümüze koyduğumuz engelleri aşamayınca hayatı suçlarız ya, bir de hiç bir şey yapmayan birini düşünün. O yolda öylece ilerliyor. Seçim yapmadığı için önüne engel de çıkmıyor; ama boş ve olduğu yerde sayan biri. Şimdi hayat bu kişiye adil mi davrandı? Hayır, o önüne hiç bir engel koymadığı için kendine adil davrandı. Seçenekleri seçmeyi deneseydi onunda birbirine değen kutuları olacaktı. O da engelleri aşmaya çalışacaktı falan filan.

Kimi kutular vardır bunlar da yola çıktığınız günden beri yolunuzun üzerinde durur. En başa doğumunuza dönelim. Yola çıktınız. Önünüzdeki ilk engel (kutu) doktora ayaklarınızı değil, başınızı vermek. Başı çıkarttık sırada nefes almak var; zaten o engel de yolunuzun üzerine önceden koyulmuş. Bunun gibi önceden koyulmuş engelleri hayat koyar yani seçim yapmadan, kendi rızamız olmadan koyulmuş olanlar.

Raflı yolda ilerlerken geri dönüş yoktur. Hep ilerlemek zorundasınız, bunu da zaman olarak tanımlayabiliriz. Her adımınız bir zaman dilimi desek daha iyi. İlerledikçe bazı kutular değişir, bir daha raflarda bulunmamak üzere değişir. Mesela 90 yaşındaki bir adamın ilerlediği yolda olimpiyatlara katılma ile ilgili bir kutu yoktur. Bazı kutularda her zaman vardır. Ne kadar ilerlerseniz ilerleyin her rafta mutlaka bulursunuz. Özellikle tehlikeli işler ile ilgili kutulara çok yakındır. Değmez bile resmen yapışmıştır. Siz o kutuyu çekerseniz, her zaman bulunan kutuda onunla beraber düşüverir önünüze. O kutunun adı ölümdür. Trafikte hız yapmayı seçerseniz, ölümüde seçmiş olursunuz.

İlerlediğiniz yolun sonu bellidir. Çoğu insan hep o yolda ilerleyeceğini düşünse de mutlaka yolun sonunu bulur. İşte o son, raftaki tek kutudur. Bazen önünüze kendi düşer, bazende siz çekersiniz. Her canlının bir gün bulacağı kutu. Ölüm.

Yazı çok karamsar bitti be, güzel bitsin istemiştim yapamadım. Fıkra anlatayım bari. Temel'in 12 tane oğlu varmış. 11 tanesi askerdeyken 12. oğlunu da çağırmışlar. Temel kızmış. Ula söyleyin padişahınıza, benim şeyime güvenip sağa sola savaş açmasun daa demiş. Kalın sağlıcakla.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Çocuğun Her Dediğini Yapmak

Açıkçası çocuğun her dediğini yapmak biraz maddiyatlı iştir. Eğer her dediğini yapıyorsanız baya zengin olmalısınız. Ne kadar zengin olsanızda çocuğun her dediği yapılmaz. Eğitimsel gerçek budur. Eğer her dediğini yapacak olursanız amaçsız ve yaşama amacı olmayan bir birey yetiştirmiş olursunuz. Buna en güzel örneği ünlü bir iş adamının iki oğlunu verebilirim. İş adamı o kadar zengin ki, çocuklarının isteyipte alamayacağı şey yok, çocuklarının her istediğini yapabilmekte. Aradan zaman geçip çocuklar büyüdüğünde iki çocuğu da intihar etti; çünkü yaşama amaçları yok her şeye sahipler.

Anne babalar doğal olarak çocuklarının her istediğini yapmak isterler. Burada bir problem yok zaten önemli olan bunun bir ölçüsünü daha doğrusu ortasını bulabilmekte. Öncelikle şunun farkına varmak lazım, çoğuna ne yaparsanız yapın gene isteyecektir. Mesela çocuğunuzu lunaparka götürdünüz, elindeki fişler bitti ve ağlamaya başladı  büyük ihtimal elinizde para varsa tekrar fiş alırsınız. Peki o fişler bitince ne olacak? Tabi ki çocuk gene ağlayacak. Bunun sonu yok. Her ağladığında istediğini yaparsanız çocuk şöyle düşünür "Ben ağlayınca isteklerim oluyor" çocuklar sandığınız kadar salak değildir. Özellikle bu ağlama huyunu ona bir şeyler alarak veya bir şeyler yaparak bastırdıysanız, çocuk bunun farkına varır ve her istediği olmadığında ağlamaya başlar. Bu tip durumlarda şunu yapmalısınız: lunaparka gelindiğinde fişleri alın mesela 5 tane fiş aldınız. Çoğunuzla göz teması kuracak şekilde diz çökün ve şöyle deyin "Bak 5 tane fişin var, en çok istediğin oyuncağa bin bundan sonra başka fiş yok" çocuk bunu anlar yada anlamış gibi yapar. Fişleri bitince gene binmek isterse ona "5 tane hakkın vardı hepsini kullandın" deyin. Büyük ihtimal kabullenmeyecektir. Gene ağlamaya başlarsa ona haklarının bittiğini söyleyin. Ağlama devam ederse aldırmayın. Bu şekilde bir davranış sergilerseniz çocuk "Ağlasam da fiş almıyorlar" düşüncesi yerleşecektir. Boğazı acımaya başlayınca da susar zaten, sonsuza kadar ağlayacak değil. Bundan sonraki lunaparka gidişinizde fişleri bittiğinde ağlamayacaktır; çünkü ağlayınca bir şeylerin değişmediğini önceki deneyiminden bilir. Bu şekilde ona elindekilerle yetinmeyi öğretmiş olursunuz. Alttaki videoyu izleyin, büyük ihtimal çocuk bir şey istemiş o da alınmamış. Ağlama davranışını devreye sokarak yaptırmaya çalışıyor.


Uzaktan bakıldığında gaddarlıkmış gibi görünsede doğru olanı budur. Bu konu hakkında başka bir hikaye anlatayım. Olay hava alanında geçiyor. Yurtdışında bir annenin iki çocuğu var, anne iki çocuğuna aynı miktarda para verip "Bakın bu kadar paranız var istediğinizi alın" diyor. Çocuklardan büyük olan dondurma alacağını söylüyor. Küçük olan ise gördüğü bir oyuncağı almak istiyor. Anne küçük olana dönerek "Ağabeyin dondurma alacak, sen oyuncak alacaksın. Sonra dondurma istersen paran kalmayacak emin misin?" diye soruyor. Küçük olan emin olduğunu söyleyip oyuncak almaya gidiyor, ağabeyi ise dondurma alıyor. İkisi de annelerinin yanına geliyor, birinin elinde oyuncak diğerinin elinde dondurma. Daha sonra küçük olan dondurma istediğini söylüyor, annesi "Sen paranı oyuncağa harcadın, şimdi paran kalmadı. Ben sana daha önce söylemiştim." deyince küçük olan başlıyor ağlamaya. Ağabeyi duruma üzülerek dondurmasını onunla paylaşıyor (Doğan Cüceloğlu, İletişim Donanımları adlı kitabından). Türkiye'de olsa bu anneyi topa tutarlar; ama doğru olan bu. Eğer anne küçük olan ağlamaya başladığında para verip dondurma aldırsaydı büyük olanda ağlamaya başlayıp kendisine farklı bir şey aldırırdı. Bunun önüne geçilebilir mi? Sınırı yok, bu yüzden sınırlarını siz koymalısınız, yoksa çocuk sizi parmağında oynatır.

Burada önemli olan farklı bir nokta daha var. En önemlisi burası da diyebiliriz. Çocuğa lunaparkta fişleri bittiğinde "Paramız yok" veya "Sana verdiğimiz parayı bitirdin" deyip çocuk ağlamaya başladığında "Al bakalım haydi biraz daha bin" deyip para verirseniz, çocukta "Ben ağlarsam oyuncaklara binmeye hak kazanırım" düşüncesi gelişir. Bu yüzden senin hakkın bu kadar dediğinizde o hakkı bitirince tekrar hak tanımayın. Çocuk hakkının bittiğini anlasın. Çocuğu sınırlandırmalısınız, sınırlandırmazsanız sonu gelmez.

Bir diğer önemli nokta ise tutarlılık. Gene lunaparka gittiniz, 5 fiş verildi ve çocuk bütün haklarını kullandı. Daha sonra oyuncaklara gene binmek için para istedi ama siz hakkının bittiğini söylediniz. Bu sefer ağlama davranışını devreye soktu, siz normal olanı yapıp hakkının bittiğini söyleyerek ilgilenmiyorsunuz. Daha sonra araya baba giriyor "Of al şu parayı da sus" diyor. Her şey bitti. Anne ayrı baba ayrı davranıyor, aralarında hiçbir tutarlılık yok. Böyle bir durumdan sonra çocuk anneye yalvarır, ağlar sonra baba kızar ve istediğine kavuşur. Bu yüzden anne baba olarak birlikte ve aynı davranışları sergilemelisiniz. Herkes farklı davranırsa çocuk kendisinin isteklerini karşılayan en iyi yönteme başvurur ve ona göre strateji yapar. Ne dedik çocuklar salak değil, kalın sağlıcakla.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

147: Öğretmen Şikayet Hattı

Tamamen saçmalık olarak düşündüğüm bir ihbar hattı. Şikayet hattı demiyorum çünkü "Şikayet" kelimesi bana bunun bir kılıfıymış gibi geliyor. Mesela biz 110'u neden ararız? Yangın çıkmıştır onun ihbarını vermek için, aslında bir nevi yangını ilgili bilimlere şikayet ediyoruz. 155'te de yapılan aynı, herhangi bir suçu şikayet ediyoruz. Ha ihbar, ha şikayet. Şikayet deyince sanki biraz daha masumlaştırıyoruz. Sonuçta ihbar edilen bir öğretmen, yani devletin saygın bir çalışanı. Aynı zamanda toplumda da saygın bir meslek ve biri öğretmen olabilmek için uzun bir eğitimden geçmek zorunda. Bu eğitimi tamamlayınca da devlet sınava sokuyor. Bu sınavı geçenlerde öğretmen olabilme hakkı kazanıyor. Bunca şeyden sonra devlet kendi yetiştirdiği meslek çalışanlarına suç veya suçlu hattı kuramaz, ayıp olur. İşte bu yüzden "Şikayet" denmiş. Daha doğrusu ben böyle düşünüyorum.

Şimdi gelelim bu hattın işleyişine. Mesela öğrenci öğretmene üniversite sınavı için kaynak soruyor. Öğretmende bir kaynak öneriyor " bunu alırsan daha iyi olur" diye. Çocuk akşama eve gidiyor "Öğretmen bize bu kaynağı almamızı söyledi" diyor. Veli'de  147'yi çevirip öğretmenlerinin kaynak önerdiğini söylüyor. Çok yakın bir zamanda Ankara'dan tam yetkili müfettiş geliyor. Tam yetkili müfettiş demek karşında bakan var demektir. Resmen soruşturma için okula geliyor. Basit bir örnekle işleyiş bu şekilde.

Aslında öğretmen şikayet hattı 147'nin altında çok acı gerçekler var, bunlara değinmeden geçemeyeceğim. Bence böyle bir hattın kurulma nedeni öğretmen şiddetinin önüne geçmektir. Eğitimde şiddet diye birşey olmamasına ramen hala günümüzde şiddet uygulayan ve bunun bir eğitim olduğunu söyleyen öğretmenlerimiz bulunmakta. Halbuki eğitimde şiddet diye birşey yoktur. Hattın kurulmasıyla, hiçte iyi olmayan niteliksiz öğretmen yetiştirdiğimizde ortaya çıkmakta; yoksa neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulsun? Öğretmen öğretmenlik yapar, öğretmenlik yaparken suç işleniyorsa eğitimin yanından geçmez. Böyle bir durumda 147'nin ortaya çıkmasına da şaşmamak gerekir. Bu uygulama ile niteliksiz öğretmenlerin yapacaklarının önüne geçilmeye çalışılıyor. Daha önce de söylediğim gibi eğitimli eğitimciler yetiştiremiyoruz. Buradan çıkan sorunlarıda 147 ile kapatmaya çalışıyoruz. Olmaz!

Bana göre saçmalık olan bu uygulama yerine, öğretmen yetiştiren kurumları (Eğitim Fakültelerini) daha nitelikli hale getirmeliyiz. Bu şekilde daha iyi eğitimciler yetişir. Daha iyi eğitimciler yetişirse daha iyi nesiller yetiştiririz. Gerçi bunda eğitim sistemininde büyük bir etkisi var ama oraya girersek çıkamayız. Kısaca: Nitelikli Öğretmen + Nitelikli Eğitim Sistemi = Nitelikli Nesil'dir.

Temeli bozuk bir yapıyı şikayet numaraları koyarak düzeltemeyiz. Eğer bunun gibi yöntemler kullanacaksak yan komşuyu şikayet hattı, bakkalı şikayet hattı gibi hatlarda kurulmalı. Böyle bir uygulamaya numara dayanmaz.

Boşlukları Doldurmak

Genel olarak tahmin yürüterek veya bilgilerimize dayanarak, eldeki verilere göre çıkarımlarda bulunma olarak tanımlıyorum boşlukları doldurmayı. Eminim ilk aklınıza okulda olduğunuz sınav türü gelmiştir. Hani şu "Üçgenin iç açıları toplamı ..........'dır" sorularına "Ahanda bildim 180" diye cevap verdiğiniz sorular; ama burada bununla ilgili birşeyler anlatmayacağım. Gerçek hayatta yaptığımız boşlukları doldurmaktan bahsedeceğim.

Hayatımızda boşlukları nasıl dolduruyoruz? Bir çocuğunuz olduğunu düşünün, mutfaktan su getirmesini istediniz. Çocuk mutfağa gitti, suyu doldurdu ve tam size getirecekken bir şangırtı koptu. Kalkıp bir baktınız çocuk bir tarafta, bardak bir tarafta ve heryer su olmuş. Bu durumda çocuğun düştüğünü görmediniz. İşte bu görmediğiniz zamanı boşluk olarak tanımlıyoruz, yani tanık olmadığınız zaman dilimi. Bu durumda şöyle düşündünüz "Çocuk gelirken ışığı kapattı ve önündeki oyuncağı göremeyince ona basıp düştü" işte burada tahmin yürüttünüz yani boşluğu doldurdunuz. Peki yaptığınız tahminin, tahmin olduğunu nasıl anladınız? Çocuğun ağlaması kesilince nasıl düştüğünü sordunuz ve çocuktan temizlik yapmak için koyduğunuz vilada kovasına takıldığını öğrendiniz. Tanık olmadığınız zaman diliminde olan asıl olayı öğrendiğinizde sizin düşündüğünüz yanlış çıktığı için tahmin oldu. Eğer tahmininiz doğru çıksaydı o zaman boşluğu doğru bir şekilde doldurmuş olurdunuz. Bu durumda bir bok değişmezdi hatta "Benim düşündüklerim doğru çıkar" diye birde götünüz kalkardı.

Dedikoduda genellikle tahminlerimizle doldurduğumuz boşlukları, tahminlerimiz yüzde yüz doğruymuş gibi başkalarına anlatmaktan dolayı olur. Mesela gece balkonda oturuyorsunuz bir baktınız karşı komşunun evli kızını bir adam bıraktı. Bu adamın neden bıraktığını bilmiyorsunuz bu durumda bu alan boşluk oluyor; ama siz bu boşluğu "Bir adamla oynaşıp kendini eve bıraktırdı" olarak doldurup ona buna anlatıyorsunuz. Al sana tahmin ile boşluk doldurmanın dedikoduya dönüşmesi. Halbuki kızı sizin tanımadığınız dayısı bırakmış.

Gelelim bilgilere dayanarak boşluk doldurmaya. Çay demlediniz ve çay demlerken çaydanlığın sapının ocaktaki ateşten dolayı sıcak olduğunu farkettiniz. Sonra yerinize oturup kızınızla beraber film izlemeye devam ettiniz. Reklamlar başladı ve kızınıza çay koymasını istediniz. Kızınız mutfağa gitti, bardakları hazırladı tam çay koyacakken demliği eline alınca eli yandı ve çaydanlığı elinden düşürdü. Sizde daha düşme sesi gelince çaydanlığın sapının sıcak olduğunu ve bu yüzden düşürdüğünü düşündünüz. Aslında buradaki boşluk doldurmada tahmine dayalı birşey ama önceden elinizde bir bilgi var. Bu yüzden boşluğu doldururken bilginize dayanarak boşluk doldurdunuz.

Aşağıda bir hikaye var; ama baya bölümü kesilmiş, yani aralar boş. Bu boşlukları nasıl doldurursunuz?

Evin tek çocuğuydu Atalay. Evden işe, işten eve gidip gelen ve ailesine azda olsa katkıda bulunmaya çalışan hayırlı bir evlat. Babası Haluk bey şehrin dışındaki bir fabrikada vardiyalı işçi olarak çalışıyordu. Cebindeki sigaradan başka gideri olmayan sakin ve ağırbaşlı bir babaydı. Sadece dört, beş günde bir giderdi bir sokak arkadaki kahvehaneye. Annesi Sümeyra hanımsa klasik ev hanımıydı, bütün gün evde işlenir arada komşuya çay içmeye geçer, akşam olduğunda da evde olanlarla yemek yapardı.
....(Boşluk)....
Kış soğuğunun iliklerine kadar işlediği normal gecelerden biriydi. Hava kırmızı ve dünden bir parmak tutmuş karın üzerine ince ince yağan kar kartpostal görünümü veriyordu adeta. Sesizdi ortalık, uzaktaki otobandan gelen arabaların tekerlek sesleri haricinde yanında biri nefes alsa işitilirdi. Kolundaki saate bakıp zamanın geldiğini düşündü.
....(Boşluk)....
Öfkeden gözleri yerinden çıkacak gibi oldu Haluk beyin. İşte o zamana kadar hiç yapmadığı birşeyi yaptı. Biricik oğluna elini kaldırıp yüzüne doğru var gücüyle tokadı indirdi. Zaten gözleri yaşlarla dolu olan Sümeyra hanımın tokadın sesiyle yanağından aşağıya süzülüverdi yaşlar. Var gücüyle kolundan tutup çekti Atalayı ve doğruca açık olan kapıya doğru fırlattı Haluk bey. Kapının eşiğinde durabildi ancak fırlatmanın gücüyle ve o an sadece annesinin yanaklarındaki yaşı gördü, silmek istedi ama silemedi, babasının “Defol git!” bağırışıyla ayağını eşikten atmakla yetindi sadece.
....(Boşluk)....

Yarım hikayeyi okuyunca herkes boşlukları bir şekilde doldurmuştur. Kimisi Haluk Beyi kötülemiştir, kimisi Atalayı yada çok farklı düşüncelerle boşlukları doldurup hikayeyi tamamlamışsınızdır. Gelmek istediğim nokta şu: hayatımızdaki boşlukları doldururken dikkatli olmak gerekir, hele boşlukları tahminlerle doldurup birde bunlara kendimizi inandırırsak o zaman hiç iyi olmaz. Birgün bir bakarsınız sizin boşluklarınızıda birileri doldurmuş, olduğunuzdan çok farklı biri gibi olmuşsunuz. Kalın sağlıcakla. Hikayenin tamamı için tıklayın.

Yaşanmamış Hikaye

Bu hikaye Boşlukları Doldurmak adlı yazım içindir. Önce o yazıyı okuyup sonra bu hikayeyi okumanızı tavsiye ederim; ama "Bana ne kardeşim boşlukları doldurmaktan, ben bunu okumak istiyorum" derseniz. Ne bok yerseniz yiyin.

BİRİNCİ BÖLÜM
İki Ailenin Geçimsizliği

Evin tek çocuğuydu Atalay. Evden işe, işten eve gidip gelen ve ailesine azda olsa katkıda bulunmaya çalışan hayırlı bir evlat. Babası Haluk bey şehrin dışındaki bir fabrikada vardiyalı işçi olarak çalışıyordu. Cebindeki sigaradan başka gideri olmayan sakin ve ağırbaşlı bir babaydı. Sadece dört, beş günde bir giderdi bir sokak arkadaki kahvehaneye. Annesi Sümeyra hanımsa klasik ev hanımıydı, bütün gün evde işlenir arada komşuya çay içmeye geçer, akşam olduğunda da evde olanlarla yemek yapardı.

Şehirin dışarısında birkaç sokaktan oluşan, fakir ve orta halli ailelerin oturduğu bir yerde ikamet etmekteydiler. İki oda bir salon, salonun içerisinde kışın gürül gürül yanıp yazın da üzerine örtü örtülen kömür sobası, çok yağmur yağarsa akıtan bir çatısı, ikisi bahçeye biri sokağa bakan pencereleri, güzel yemeklerin piştiği küçük mutfak ve birde içerisinde domates biber gibi bitkilerin yetiştirildiği küçükçe bir bahçesi vardı.

Aynı sokak üzerinde iki ev ötede oturan Haluk beyin kardeşi Hikmet bey ve ailesi yaşıyordu. Haluk bey pek anlaşamazdı kardeşiyle, bu anlaşamamazlık iki aile fertlerinede yansımış ve bu yüzden aileler birbirleriyle bir araya gelmekten kaçınırlardı. Hatta Haluk beyin tek çocuk yapmasının nedenide kardeşiyle arasının pek iyi olmamasındandır.
Hikmet bey ise şehrin ünlü tatlıcılarındandır ve şehrin göbeğinde çalıştırdığı dükkanı sayesinde kardeşinden daha iyi durumdadır. Eşi Azimet hanım ise mahallenin süslü kokanası olarak tanınır. Birde Atalay ile yaşıt çocukları Dinçer vardır. Mahallenin iti kopuğu arasında zar zor liseyi bitirebilmeyi başarmıştır. Dersleri ilk ve orta okulda iyi olmasından dolayı Atalayla yarıştırılmış ancak lisede düşen notları sayesinde annesi Azimet hanım bundan vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Yazın bitiminden sonra restoranda çalışmaya son veren Atalay sanayideki marangoz atölyesinde çalışmaya başladı. Başlarda pek sevmediği bu atölye daha sonra hoşuna gitmeye başladı. Birgün işten çıkıp evine gitmek için atölyenin köşesindeki duraktan otobüse bindi. Evlerinin hemen arkasındaki durakta inip eve doğru yürümeye başladı. Sokağın başına geldiğinde her zaman olduğu gibi amcasının balkonuna doğru baktı biri var mı diye. Her zaman ki gibi Dinçer balkonda oturmuş salak çocuklar gibi dışarıyı seyrediyordu. Dinçerin kendisine laf atmaması dileyerek hızlı adımlarla amcasının evinin önünden geçmeye karar verdi; ama bu fırsatı kaçırır mı hiç Dinçer? Hemen balkonun camını açıp Atalaya seslendi “Şşşt! Ne yapıyorsun len Atalay, işten mi geliyorsun” dedi dalga geçer ses tonuyla. Atalay sakinliğini koruyup “Evet!” diye karşılık verdi. Bunun üzerinede Dinçer “Aferin sana çalışkan çocuk bu gidişle bizden daha çok para kazanacaksın” dedi. Gene başarmıştı Atalayın üç kuruşluk zevkini kaçırmayı. Sinirli bir şekilde evine doğru yol almaya devam etti.
Bahçe kapısının açıldığını duyan Sümeyra Hanım, Haluk beyin gece vardiyasında olduğunu bildiği için Atalayın geldiğini anladı. Hemen kapıya koşup daha Atalay zile basmadan kapıyı açtı. Her zamanki gülümsemesiyle “Hoşgeldin oğlum” dedi Atalaya; ama yüzünün asık olduğunu görünce hemen anladı Dinçer’in laf attığını. Yanaklarındaki gülümseme geçiverdi bir anda Sümeyra Hanımın. “Bıktım anne” diye çıkıştı Atalay ve ekledi “Bıktım artık o geri zekalının aptal üstünlük taslamalarından, görecekler birgün” dedi. Sümeyra Hanım hiç böyle görmemişti Atalayı; ama içten içe hakta veriyordu oğluna ama ne yapsın “Boşver oğlum, ne yapacaksın onlar öyle işte” dedi ve oğlunu karşıladığı gülümser surat ifadesine dönerek “Haydi ellerini yıka üstünü değiştir de gel, en sevdiğin yemeği yaptım” dedi “Tamam anne” diyerek tuvalete doğru gitti Atalay.
Yemeklerini yerken annesi ne kadar konuyu değiştirmeye çalışsada Atalay her seferinde konuyu Dinçer’e getirip ona karşı olan nefretini dile getiriyordu ve her cümlesinin sonunada “Görecek onlar” diyordu. En sonunda Sümeyra Hanım çıkıştı “Yeter ama Atalay” dedi “Hiç yakıştıramıyorum senin gibi bir çocuğa, sen böyle değildin hep kulak arkası yapardın neden takıyorsun bu kadar” dedi. Bunun üzerine Atalay biraz yüksek ses tonuyla “Bıktım dedim ya anne bıktım. Görecek onlar” dedi. Yemekteki son konuşmaydı bu, daha sonra “Ben çok yorgunum anne, yatacağım” diyerek odasına geçti. Sümeyra Hanım Atalay’ın bu halini hiç beğenmemişti. Derin bir iç çekerek ertesi gün hiç istemesede Azimet Hanım ile konuşmaya karar verdi.
Sabahleyin Atalayı işe geçirdikten sonra mutfağa doğru geçip kahvaltılıkları yıkarken Haluk Beyin gelmesini bekledi. Anahtar şıngırtılarıyla açılan kapıyla anladı Haluk Beyin geldiğini. Haluk Bey yorgundu, mutfağa doğru gelip “Nasılsın hanım, çayın var mı?” diye sordu yorgunluk akan ses tonuyla “Olmaz mı, hemen getiriyorum” diye cevap verdi Sümeyra Hanım. Karşılıklı oturup çaylarını içtikten sonra yorgunluğu gözlerinden belli olan Haluk Bey “Ben yatıyorum iyi geceler” diyerek arkasını döndü, sonra tekrar Sümeyra Hanım’a dönerek “Aslında günaydın” diyerek gülümsedi. Sümeyra Hanım’dan da tebessümü aldıktan sonra istirahata çekildi Haluk Bey.

Sümeyra Hanım’ın aklı hala dün gecedeki Atalayın konuşmalarındaydı ama kararlıydı, bugün Azimet ile bu konu hakkında konuşacaktı. Haluk Bey’e hiç bahsetmek istemedi. Zaten yorgun olan adamın birde canını mı sıkacaktı? “Yok yok ben hallederim” dedi mırıldanarak. Biraz daha bekleyip Haluk Bey’in uyuduğunu anladıktan sonra Azimet Hanımın evine gitmek için yola koyuldu.
Sümeyra Hanım gitmeden çoktan çıkmıştı evden Hikmet Bey dükkanını açmak için. Ne kadar tereddüt etsede derin bir nefes alarak zile bastı Sümeyra Hanım. Yüzü gözü şişmiş olan Azimet Hanım resmen mide bulandırıyordu, uykulu bir ses tonuyla “Hayrola?” dedi. Sümeyra Hanım çok fazla uzatmadan konuya girip hemen evine gitmek istiyordu, zaten öyle de yaptı “Dinçer” dedi Sümeyra Hanım korkak bir sesle ve ekledi “Her gün Atalay işten gelirken laf atıp canını sıkıyor, bir şeyler söyleseniz Dinçer’e” dedi. Azimet Hanım’da pis gülümsemesini suratına yerleştirerek “Koskoca çocuk anasına şikayet edip seni mi yolladı” dedi. Bunun gibi bir cevap bekleyen Sümeyra Hanım “Şikayet etmedi Azimet, sofrada konusu geçti ve ben her akşam çocuğuma laf atılmasını istemiyorum” dedi ses tonunu yükselterek. Bunun üzerine Azimet Hanım “Çocuğuma akıl vermeyi hiç sevmem, gayet aklı başındadır ama söylerim isteğini” dedi ve “İyi günler canım” diyerek suratına kapatıverdi kapıyı. Sümeyra Hanım’da böyle bir şeyin bir daha olmamasını umut ederek evine gidip kanepeye uzandı.

Bir iki hafta herşey yolunda gitti, Atalay eve güler yüzlü bir şekilde gelip ailesiyle yemeğini yiyiyordu. Ta ki üçüncü haftanın ortalarına kadar. Güler yüzlü bir şekilde beklediği oğlunu sinir küpüne dönmüş bir şekilde görünce olan biteni tahmin etmekte güçlük çekmedi Sümeyra Hanım. O gece Atalay sofraya bile gelmedi, çok yorgun olduğunu söyleyip odasına çekildi; ama uyumadı sabaha kadar düşünüdü. Ne kadar kendi ile çelişsede kafasından geçirdiği kötü planları atamıyordu. Böyle şeyleri düşünerek birazda olsa hafifletmişti sinirini. Daha sonra bunları düşünürken uykuya daldı.

O hafta gene gece vardiyasına gidiyordu Haluk Bey, daha eve gelmemişti. Sümeyra Hanım ile Atalay ise kahvaltı ediyorlardı. Kahvaltıları bittiğinde Sümeyra Hanım tam Atalayı işe geçirmek için kapının kulubunu tutmuştu ki, kapı çaldı. Yavaşça kapıyı açtığında karşısında Hikmet Bey’i gördü, “Nasılsın yenge, iyisin” dedi Hikmet Bey, “İyiyim Hikmet sen nasılsın?” dedi Sümeyra Hanım. “Bende iyiyim yenge, bizimkilerle annemlere gidiyoruz köye, iki üç gün buralarda olmayacağız, dükkanıda bizim çıraklara bıraktım. Sizede gelin derdim ama arabada çok eşya var size yer kalmadı, haydi Allahaısmarladık” dedi ve arkasını dönüp arabaya doğru ilerledi. Sümeyra Hanımda kısık bir sesle arkasından “Görüşürüz” dedi Hikmet Beyin duyamayacağı bir şekilde. Sümeyra Hanım biliyordu aslında arabada nasıl yer kalmadığını. Azimet Hanım her gidişinde içi boş olan bohçalar koyuyordu arabaya, Sümeyra Hanımlar gelmesin diye. Öylece arkalarından bakarken Atalay çıkıverdi yanından “Haydi annem görüşürüz akşama” dedi mutlu bir yüzle. Sümeyra Hanım Atalayın kahvaltıdaki asık yüzünün geçtiğini sevindi, bunuda Dinçerin iki üç gün buralarda olmayışına bağladı. Sümeyra Hanım’da sevindi bu duruma en azından iki üç gün rahat edeceklerdi. Atalay ise güler yüzüyle bahçe kapısını açıp annesine doğru dönerek el salladı. Durağa doğru yürürken amcasının evine bakıp gülümseyerek geçti.

İKİNCİ BÖLÜM
Hırsızlık Olayı

Kış soğuğunun iliklerine kadar işlediği normal gecelerden biriydi. Hava kırmızı ve dünden bir parmak tutmuş karın üzerine ince ince yağan kar kartpostal görünümü veriyordu adeta. Sesizdi ortalık, uzaktaki otobandan gelen arabaların tekerlek sesleri haricinde yanında biri nefes alsa işitilirdi. Kolundaki saate bakıp zamanın geldiğini düşündü. Cebinden kar eldivenlerini ve şapkasını çıkardı. Önce şapkasını daha sonrada eldivenleri giyerek hazırlığını yaptı ve bahçe duvarından atlayarak evin kapısına doğru ilerledi. Cebinden çıkarttığı tornavidayla tahta ev kapısını oymaya başladı. Beş, on dakika oyduktan sonra kapıya yüklendi, açılacak gibi oldu ama lastik gibi esnedi sadece. Bir kez daha yüklendi kapıya ve bu sefer başardı. Kapının kasalarının oynamasıyla çıkan toz parçaları başından aşşağıya inerken sanki kapının açılmasını kutlayan bir grup insanın konfeti patlatması izlenimi veriyordu. Burnuna gelen toz zerrecikleri hapşurmasına neden oldu. Burnunu kaşıdıktan sonra yavaşça kapıyı kapatarak içeri doğru ilerledi.

İlk önce yatak odasını bulmak için iki kapı açtı ve ilkinde oturma odasını ikincisinde ise mutfağı buldu, üçüncü kapıyı açmaya yeltendi; ancak kapı kilitliydi, bu durumda burada birşeyler saklandığını anladı ve bir omuz darbesiyle kapıyı açmayı başardı. Evet orası yatak odasıydı ve kapı kilitli olduğuna göre içeride mutlaka saklı kalması gereken birşeyler vardı. Yatakları ve çekmecelerin içlerini boşalttıktan sonra gardırobun içinde bulunan çekmecelerdeki çorabın içine sarılı olan ganimetleri buldu. Anlaşılan ev sahibi zengindi, buda sakladığı altınlardan ve yabancı paralardan rahatça anlaşılıyordu.

Yüksek miktarda ganimeti ele geçirdiğini anlayınca başka odalara bakma gereksinimi duymadan, savaşı kazanmış bir kral edasıyla evin kapısını kapatarak ve tekrar bahçe duvarından atlayıp hazinesini bulduğu evi terk etti. Geride kendinden bir iz bırakarak.

SON BÖLÜM
Herşey Gün Yüzüne Çıkar
Pazar kahvaltılarından birini yapıyorlardı Haluk bey ve ailesi. Güzel bir tabloydu, herkes gülümsüyordu ve kimsenin yüzünde tatsız bir ifade yoktu. Atalay'ın gülümsemesi Sümeyra Hanım'ı daha fazla mutlu ediyordu ve "Keşke" diyordu içinden "Keşke hep köyde kalsalarda oğlumun canını sıkmasalar" diyordu.

Haluk Bey çayını yudumlamak üzereyken birden kapı yumruklamaya başlandı. Herkes ürktü bir anda. Sümeyra Hanım masadan kalkıp kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açtığında karşısında polis ve arkasında da Azimet Hanım duruyordu. "Hayırdır" dedi Sümeyra Hanım korkak bir sesle. Hemen Azimet Hanım atladı arkadan "Onlar yapmıştır memur bey yakalayın hırsızları!" diye bağırdı. Polis arkasına dönüp "Lütfen hanımefendi, bahçeden çıkar mısınız? Bizde işimizi yapalım!" diye tersledi. Sümeyra Hanım'ın beti benzi kaçmıştı ne olduğunu bile anlayamadı, Haluk Bey çıktı arkasından, "Ne oldu memur bey?" dedi. "İki gün önce kardeşinizin evine hırsız girmiş, eşi sizden şikayetçi oldu merkeze kadar gelmelisiniz" dedi. Haluk Bey burnundan soluyordu, öfkelendiği gayet açıktı. Derin bir nefes alıp eşine ve Atalaya giyinmelerini söyledi. Bahçenin kapısına gözü takıldı, Hikmet Bey duruyordu, polisi geçip hızlı adımlarla yanına doğru ilerledi. Dövecekmiş gibi ilerlerken polis omuzunu tutup "Beyefendi lütfen!" dedi. Haluk Bey durdu ve kardeşine doğru "Ne demek oluyor bu Hikmet!" diye bağırdı. Hikmet Bey'de "Her şüpeyi gözden geçiriyoruz ağabey, dükkandaki çıraklarda şüpeli" dedi kendisini savunarak. Haluk Bey içinden lanet etti böyle bir kardeşi olduğuna. Hızlı adımlarla evine dönüp giyindi. Ailesiyle birlikte ekip arabasına binip merkeze doğru yola çıktılar.

Akşam olduğunda ancak eve dönmüşlerdi. Kapıdan içeriye girdiği gibi Sümeyra Hanım'a dönüp "Ne biçim kardeşim var benim?" dedi. Ne diyeceğini bilemedi Sümeyra Hanım. Atalay girdi araya "İyi olmuş" dedi "Çok önceden hak etmişlerdi zaten" diye ekledi. Haluk Bey onaylar gibi başını salladı ve "Ben yatıyorum, canım yeterince sıkkın zaten. Uyumak istiyorum." Dedi ve yatak odasına yöneldi. Sümeyra Hanım hala şoku atamamıştı üzerinden, divana oturdu ve tek dediği "Terbiyesizler" oldu.

(1 Hafta Sonra, Pazar Günü)
Akşam olmuştu Haluk Bey kahvesini yudumlayıp gazetesini okuyordu. "Gene zam yok!" dedi yüksek sesle "Zaten hiç zam olmaz, tek zammı giderlere yaparlar" dedi. Başını sallayarak "Öyle" dedi Sümeyra Hanım. Atalay odasındaydı öğlenden sonra gelen kömürü eve taşıdığı için çok yorulmuştu, uyuyordu. Kapı çalındı birden "Hayırdır inşallah dedi" Sümeyra Hanım tam kapıya yeltenecekken Haluk Bey önüne geçti "Ben bakayım"  dedi Sümeyra Hanım'da arkasından geldi. Kapıya doğru giderken polis arabasının tepe lambalarından çıkan ışıkların yansımasını gördü. Gene canı sıkılacağını anladı. Kapıyı açtı ve "Buyurun memur bey" dedi. "Atalay Akıcı bu evdemi oturuyor" dedi polis. Haluk Bey şaşkınlık içerisinde "Evet" dedi ve ekledi "Neden?". Polis "Geçenlerde olan hırsızlıkla ilgili, yaptığımız araştırmalar sonucunda oğlunuzu tespit ettik, hemen buraya gelsin merkeze gidecek." dedi. Haluk Bey "Hayır, olmaz öyle şey benim oğlum yapmaz" dedi. Kızgın bir sesle polis "Evde yaptığımız incelemelerde yerde tükürük bulundu. DNA karşılaştırması sizin oğlunuza uyuyor, bu kadar açıklama yeter gerisi merkezde anlatılır." dedi. Haluk Bey inanmamıştı, hemen Atalayın odasına gitti. Sümeyra Hanım olduğu yerde duruyordu, bir anlam veremiyordu olanlara.
Atalayın odasına girdi, yatakta uyurken bulacağını beklerken ayaktaydı Atlay. Kapıdaki konuşmaları duymuştu. Haluk Bey gözlerine baktı Atalay'ın "Polisin dediklerini duydun mu?" dedi, "Evet" yanıtını verdi Atalay. Bunun üzerine "Peki doğru mu?" diye sordu Haluk Bey ürkek bir sesle. Atalay cevap veremedi, başını eğip odadan çıktı, babasının yanından geçerek. Haluk Bey'de arkasından çıkıp "Atalay!" diye seslendi. Atalay'ın gözleri doluydu arkasını döndü, babasına baktı "Doğru baba, ben yaptım" dedi. Sümeyra Hanım hiç birşey diyemiyordu, sanki oraya çivilenmişti, onunda gözleri doluydu. Hiçbir anlam veremiyordu ve inanamıyordu olanlara. Öfkeden gözleri yerinden çıkacak gibi oldu Haluk beyin. İşte o zamana kadar hiç yapmadığı birşeyi yaptı. Biricik oğluna elini kaldırıp yüzüne doğru var gücüyle tokadı indirdi. Zaten gözleri yaşlarla dolu olan Sümeyra Hanım'ın tokadın sesiyle yanağından aşağıya süzülüverdi yaşlar. Var gücüyle kolundan tutup çekti Atalayı ve doğruca açık olan kapıya doğru fırlattı Haluk bey. Kapının eşiğinde durabildi ancak fırlatmanın gücüyle ve o an sadece annesinin yanaklarındaki yaşı gördü, silmek istedi ama silemedi, babasının “Defol git!” bağırışıyla ayağını eşikten atmakla yetindi sadece. Kapıda bekleyen polis hazır olan kelepçeyi taktı bileklerine. Arkasına bakamadı Atalay. Polis arabasına doğru yürüdü polis ile birlikte. Hikmet Bey ve ailesi vardı polis arabasının yanında. Onlara doğru baktı Atalay, sonra Dinçeri gördü, tam polis arabasına binecekken "Zengin olabildin mi çaldıklarınla?" dedi Dinçer. Sadece arabaya binebildi, hiç böyle düşünmemişti. Arabaya bindiğinde "Keşke" dedi sadece.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Mu Kıtası

James Churchward'ın "Kayıp Kıta Mu" adlı kitabını esas alarak yazdığım bir yazıdır. Daha ayrıntılı bilgilere ulaşmak isterseniz ve bu tip gizemli şeylere ilginiz varsa okumanızı tavsiye ederim. Yazdığı kitapta Churchward Mu kıtası ile ilgili anlatılanları birde kutsal kitap ile birleştirince insanın inanmamak için hiç bir sebebi kalmıyor. Ayrıca bu anlattıkları kafadan atarak değil tamamen kanıtlara dayandırıyor. Churchward Mu kıtasıyla ilgili bilgilere Hindistan'ın İngiliz sömürgesiyken orada asker olarak yaptığı görevde hindu bir rahip ile dostluğu sırasında rahibin tabletleri çıkartması ve bu tabletlerin nasıl okunduğunu öğretip, daha sonra öğrendikleriyle tabletleri tercüme etmesiyle ulaşmış. Mustafa Kemal Atatürk'ünde bu konuya ilgi duyduğunun ve James Churchward'ın Türkiye'ye getirilmesi için talimat verdiğini; ancak Churchward bu uzun yolculuğa yaşından dolayı dayanamayacağından teklifini reddetmek durumda kalması dikkat çekiyor; çünkü Atatürk'ün boş işlerle uğraşacak biri olarak görmüyorum eğer bununla ilgilendiyse altında gerçeklik payı mutlaka vardır. Mu Kıtasının araştırılmasıyla görevlendirilen ekip Atatürk'e, Churchward'ın bu konu hakkında kitaplarının olduğunu söylerler. Bunun üzerine Atatürk kitapların Türkçe'ye çevirilmesi talimatını verir. Anıtkabire gidenler dikkatlice incelediyseler Atatürk'ün okuduğu kitaplar arasında Mu Kıtasıyla ilgili olanı bulacaklardır. Bu kısa bilgilendirmeden sonra asıl konuya geçelim.

Mu Kıtası bundan 14.000 yıl önce daha dağlar oluşmamışken, üzerinde sadece tepelerin bulunduğu bir kıtaydı. Bu kıtanın altından gaz kuşakları geçiyordu. Bir gün magma gaz kuşakarına doğru ilerledi ve üzerinde yaşayan 70.000.000 Mu'lu ile sulara gömüldü. Kıta batarkende geriye sadece suların erişemediği tepelere kaçan insanlar kaldı. Günümüzde bu tepeler  Polinezya, Mikronezya ve Melanezya olarak biliniyor. Churchward bu adaların nasıl Mu'dan kalanlar olarak belirledi? Yaklaşık 50 yıl boyunca araştırmalarını sürdüren Churchward bu adaların hepsine ziyarette bulundu. Çoğu adada devasa büyüklükte taştan yapılmış tapınaklar var. Bazı adalarda taş ocakları bulunuyor; ancak çoğunda da taş ocağı yok ve taş ocağı bulunmayan adalarda bulunan taşlar o adalara ait değil. Buda taşların başka yerlerden getirildiği ancak deniz yoluyla getirilmesinin imkansız olduğunu söylüyor. Buna dayanarak burada bir zamanlar suların yerinde karaların olmasıyla açıklıyor. Tabiki bu bilgi burada bir zamanlar büyük bir kıtanın olduğu anlamına gelmez. O zaman okumaya devam...

Günümüzde yamyamlık Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takım adalarında sık olarak görülmekte ve kabileler bu davranışlarının atalarından geldiğini idda etmekteler. İşte o atalarından gelen yamyamlık Mu Kıtasının batışıyla alakalı. Mu Kıtası battıktan sonra tepelere kaçan Mulular aç kaldıklarında ölenlerin etlerini yemeye başladılar ve bu davranışları daha sonra çocuklarına geçti. Zamanla geçmişini unutan yerlilere dönüşerek büyük bir uygarlığın bireyleri hayvanlaştı ve insan eti yemeye başladılar, geçmişlerini unutarak.

Yamyamlığın gelişim süreci bu şekilde açıklanıyor kitapta. Gelelim bu adalarda bulunan Mu kıtasıyla ilgili yazılara. Demin anlattığım başka adalardan getirilen taşlardan oluşan çeşitli kitabelerde bulunmakta. Bu kitabelerde ve Churchward'ın tercüme ettiği tabletlerin çoğunda eskinden burada bir kıtanın olduğu ve depremlerle sulara gömüldüğünü anlatan yazılar bulunmakta. Sadece bu adalarda bulunan kitabeler ve Churcward'ın tercüme ettiği tabletlerdede yazmıyor. Mu'nun kolonisi olan Mısırlıların, Mayalıların hatta Uygurluların yazıtlarında bile bulunmakta Mu'nun batışı ile ilgili yazılar ve hepsinde anavatan Mu'nun bir gün depremlerle sulara gömüldüğünü anlatıyor. Eski Yunan alfabeside Mu'nun batışını anlatıyor. Şu alfa beta gama diye okunan alfabe aslında Mu'nun batışını anlatan bir yazıt. Eski Yunanlıların bunu yapmasının nedeni çocuklarına anlatmak ve ölen Mu'luların anısını yaşatmak için yapılmış birşeydir. Yani Yunan alfabesini okuyan veya öğrenen bireyler aynı zamanda Mu'luları anmış olur. Alfabe şöyle: alpha, beta, gamma, delta, epsilon, zeta, eta, theta, iota, kappa, lambda, mu, ni, xi, omikron, pi, rho, sigma, tau, upsilon, phi, chi, psi, omega. Bu alfabeyi düz yazıyla ve tercüme ile okuduğumuzda: şidetle hücum eden sular, yayılarak düzlüklerin üzerinde, kaplar toprağı, tüm alçak yerlerde, engel çıkaran yüksekliklerde dalgalar oluşur ve hortumlar, döver engelleri, sularla, sular örter üzerini, canlı ve hareket eden her şeyin, engelleri yıkarak, sulara gömülür toprakları, mu'nun, zirvelerdir yalnızca, gözüken suların üzerinde, hortumlar eser çevrelerinde, ve yavaş yavaş, oraya kadar gelir, soğuk rüzgar, önceki vadilerin yerini, artık uçurumlar, soğuk derinlikler almıştır, yuvarlak çukurlar, balçıkla dolmuştur, bir ağız açılır, çıkar dumanlar püskürür dışarı volkanik tortuları. İşte böyle, insan hayretler içerisinde kalıyor. Kalın olarak işaretlediğim yer (yuvarlak çukurlar, balçıkla dolmuştur) kıtanın battığı yerin çamurla kaplanmasını anlatıyor ve aynı dönemde yaşayan ve Mu kıtasının battığı okyanusa kıyısı olan diğer medeniyetler o dönemde biz yıllarca denizi geçemedik (çamurdan dolayı) tarzı yazıları bulunmakta. Bu arada alfabeye değinmişken aşağıdaki Mu, Maya ve Mısırlıların alfabesini inceleyin.
Farkettiyseniz harflerin çoğu birbirine benzedir hatta aynıdır. Mu Kıtasının dünya üzerinde hiç var olmadığını düşünelim, Maya ve Mısırlıların ayrı kıtalarda ve aralarında binlerce kilometre uzaklıkta ve hiçbir bağlantı yokken aynı harfleri bulmalarının olasılığı sıfır kadardır. Buda Churchward'ın tercume ettiği tabletteki harflerle Mısır ve Mayalıların aynı harfleri kullanması Mu'nun varlığını ve o tabletlerde yazan Mısır ve Mayaların Mu'nun kolonileri olduklarını kanıtlar.

İlk yaradılışla yani Hz. Adem ile Hz. Havva ile ilgili bilgilerde bulunmakta Mu tabletlerinde. Bahsi geçen tabletlerde ve Mu'dan geriye kalan kara parçalarındaki tapınaklarda yaradılış, yaratıcı Dünyaya kozmik bir yumurta gönderdi ve toprağın içinde oluşan bu yumurtadan insan yaratıldı tarzı açıklamalar bulunmakta. Ayrıca Mu'dan kalan adalardaki yazıtlarda erkeğin omur iliğinden kadının yaratıldığı üzerine yazılarda bulunmuştur. Ancak adalarda Adem ile Havva olarak değil farklı isimler kullanılarak anlatılmış, Ahmet ile Ayşe gibi. Bu tip yazılar Kuranda'da ayet olarak yazılmıştır. James Churchward Mu Kıtasının insanın ilk ana vatanı olduğunu bu tabletlerden yola çıkarak savunmuştur ki gayet mantıklı bence. Kutsal kitaplarda adı geçen ve Yunanistanın yakınlarında battığı kabul edilen Cennet Bahçesi aslında insanın ilk anavatanı olan Mu'dan başka biryer değildir.

Birde yedi başlı yılan figürü vardır. Bu yedi başlı yılan figürü tanrı yani yüce yaratıcı olarak kabul edilir; ancak yedi başlı yılan figürünün putunu yapıp buna tanrı olarak tapınılmamaktadır. Yedi başlı yılan figürü tanrı anlamına gelmektedir. Nasıl biz "Allah" yazdığımızda o yazının Tanrı olmadığını ama Tanrı anlamına geldiğini bilmemiz gibidir. Putlaştırma söz konusu değildir, sembolizm ile yazılmış bir dilin Tanrı anlamına gelen kelimesidir. Mu'luların yedi başlı yılana neden Tanrı olarak baktığını Churchward'ın tercümelerinden bakacak olursak, yedi başlı yılanın aynı zamanda evrenin yaradılışlını sembolize etmektedir olarak tercüme etmiştir. Yılanın başlarından her biri evrene emir verir, mesela birinci başı bütün gazlar toplanıp dünyayı oluştursun, ikinci başı gazların bir kısmı sıkılaşıp karaları oluştursun gibi her kafadan bir emir çıkar, evren ve Dünya yaratılır. Tevrat ve İncilde Dünya ile Evrenin 7 günde yaratıldığını görürüz. James Churchward Hristiyan olduğu için bu sembolik işareti İncildeki bu ayete yormuştur. Kuranda ise Dünya ve evrenin 6 günde yaratıldığı söylenir. İncildeki ile Kuran'da oluşan bu farklılık İncildeki anlatıma göre Tanrının 6 günde Dünya ve evreni yaratıp 7. gün istirahata çekilmesi olarak gösterilir. Buradan yola çıkarak Kuran'da Allahın yorulduğu düşüncesinin yıkılması için 6 gün denmiştir. Bu yüzden Kaf Suresi'nde “Andolsun biz gökleri ve yeri 6 günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” buyurulmaktadır. Bu yedi başlı yılan figüründen dini olarakta Mu Kıtasının varlığı gözler önüne seriliyor.

Kitapta Tevratın nasıl yanlış yazıldığıda anlatılıyor. Hz. Musa'ya ayetler inmeye başladığında, Hz. Musa Mısır alfabesiyle yani dolaylı olarak Mu alfabesiyle (sembolizm) ayetleri yazmaya başlıyor. Bir peygamber neden ayetleri yanlış yazsın? Aslında Hz. Musa'nın yanlış yazdığı yok. Hz. Musa öldükten 800 yıl sonra ayetlerin bir tercumanla İbraniceye çevirilip Tevrat haline getirilmeye çalışması sırasında yanlış yazılıyor. Çünkü tercuman Mısır'da Mu dili ile yazılmış olan işaretlerin tam anlamlarını bilmiyor. Bildiği kadarını çevirip bilemediği yerlerde yorumunu katıyor ve katmasıyla hatalar oluşuyor.

Bunların haricinde Mu'nun imparatoruna veya yöneticisine Ra Mu denmektedir; ancak Mısırdaki gibi Tanrı olarak kabul edilmez. Mulular Ra Mu'yu Tanrı ile aralarında bir bağlantı olarak kabul ederler. Bu durumu çocuklarına "Ra Mu bizim tanrımız değildir asla ona tapınmayacaksınız" gibi öğretilerde bulunarak açıklamışlardır.

İşte kitap bunları anlatıyor ama mutlaka okumanızı tavsiye ederim; çünkü kitapta daha fazlası var (okuduğum kitabın resmi yanda). Mu Kıtası'nda kullanılan işaretlerle günümüzde Masonların kullandığı işaretler birbirinin aynısı. İsrail bayrağındaki 6 köşeli yıldızdan tutunda Türklerin kullandığı 8 köşeli yıldıza kadar herşeyin açıklaması bulunmakta. 8 köşeli yıldız günümüzde polis arması gibi birçok yerde görmekteyiz. AKP genel merkezinde ve hatta fragmanında farkettim Aşk-ı Memnu'da Adnan Beyin şirketinde ortadaki merdivenlerin tam karşısında daire şeklindeki camda da 8 köşeli yıldız bulunmakta. Kalın sağlıcakla.

3 Temmuz 2012 Salı

Kızlar Neden Okutulmamalı?

Çünkü gerek yoktur. Neden? Bir kızı okutursan, bilgilenir neyin ne olacağını öğrenir, kendi haklarını bilir bu yüzden erkek ne kadar üste çıkarsa kadında o kadar üste çıkmaya başlar, buda erkeğin işine gelmez. Ev yönetiminde bir kişinin daha fikirlerini söylemesine de gerek yoktur, evin erkeği(!) her şeyi düşünür, gerekli kararı verir. Elinin hamuruyla kadının burnunu sokmasına gerek yoktur.

Yıllardır evin direği erkektir diye konuşulan saçmalıkları bırakın artık, yıl 2012 oldu ve diğer milletler uzaya gitme peşindeyken bizim bunlarla uğraşmamız çok üzücü. Eğitimle ilgili bir alanda olduğum için kız kısmının okutulmaması hakkında bilimsel veriler vereyim. Çocuklar belli bir yaştan sonra örnek alma gereksinimi duyarlar. Çocuğa da sürekli anne baktığı için onu örnek alır. Eğer siz o geri kafalılıkla anneyi cahil bıraktıysanız çocukta cahil yetişmeye başlar. Burada çocuk diyorum çünkü kız erkek ayırımı olmaksızın cahil yetişme gözlemlenir; çünkü anne cahildir ve örnek alınan da annedir yani cahilliktir. Siz ne kadar erkeğe önem verirseniz verin anneyi cahil bırakırsanız o kızlarınızdan daha çok sevdiğiniz erkek evladınız da cahil yetişir. Bu yüzden evin direği erkek değil, bütün aile fertleridir, siz ağzınızla kuş tutsanız bile...

Kızlara karşı garip ön yargıları olan insanları da anlamıyorum açıkçası. Neymiş efendim soyu devam etsinmiş. Sanki padişah soyundan geliyor... Çok yakın bir arkadaşım vardı, kendisi üçüncü kız çocuk ve bundan sonra bir çocuk daha yapmışlar ve o çocukta erkek olduktan sonra hiç çocuk yok. Bu son olsun demişler sözde erkek için. Halbuki her şey ortada, erkeği bulana kadar çocuk yapmışlar. En komiğime giden yerde, erkeği bulana kadar çocuk yapan adam arabasının arkasına çocuklarının ismini yazdırmış, ama nasıl? Mesela çocuklarının adı Ayşe, Elif, Buket, Ahmet ya, arabanın arkasına kızların baş harfleri bir tarafta (AEB), erkeğinki tam yazıyor (Ahmet), bu kadar olur dediğimi hatırlıyorum gördüğümde. Ayıp denen bir şey var ama onlar bu ayıpları babalıkmış gibi görüyorlar. Bunların başında da kızı erken yaşta evlendirme ve okutmama gibi davranışlar geliyor.

Konuyu çok fazla dağıtmadan şu sözde erkekliğe gelmek istiyorum. Bu tip insanlardan genel olarak "aile babası" ve "işte erkek" gibi nitelemelerle bahsedilir; ancak bu kişilikteki insanlar ne erkektir nede evin babası. Baba dediğin evlat ayırt etmeksizin hepsini okutmaya çalışır, doyurur, giydirir ailesine bakar. Sırtındaki ceketi satar ama genede yapar. Erkek dediğinde ailesini koruyandır, eşinin  beli ağrımasın diye temizlik yapandır. Sizin o övünerek yaptığınız babalığı hayvanlar yapmaz. Böyle insanlar gördüğümde içimden sadece küfür etmek gelir. Ha, birde Müslüman derler kendine bir de bu salaklar bilmezler ilk ayetin "Oku!" olduğunu; ama kızlarını okutmazlar. Çok iyi Müslümandırlar(!), çok iyi(!). Ailesine bakmayan, evlat ayırımı yapan ve erkekliği kız çocuğu ayırımında bulan zavallılar. Toprak kabul etmeyecek yeminle.

Nasıl fark görebildiğinizi tam olarak çözebilmiş değilim. Sanırım sizin görmek istediğiniz fark 20-30 gramlık farklı şekillerdeki organlar. Çocuklarınızın cinsiyetini değilde "evlat" oldukları için sevmenizi tavsiye ederim, bu şekilde daha iyi ebeveyn olabilme ihtimaliniz artabilir. Kalın sağlıcakla...