19 Ekim 2013 Cumartesi

An'ı Yaşamak

Uzun zamandır düşündüğüm bir konu an'ı yaşamak. Arada düşünüyorum ne yapmak gerektiğini, an'ı yaşamak mı önemli yoksa gelecek için plan yapıp onun için yaşamak mı daha önemli diye. Açıkçası pek bir sonuca varamadım bunun için. Hangisinin daha önemli olduğunu bulmak zor. Şöyle bir etrafımdaki insanlara baktığımda onlarında pek bir şey bilmediğini gördüm. Açıkçası herkes karambole yaşıyor. Kimisine bakıyorum an'ı yaşıyor kimisine bakıyorum geçmişinde kaybolmuş. Kimisi de gelecekte kendine bir dal bulmuş ona tutunup çekelemeye çalışıyor.

Sanırım önemli olan hayatta bir amaç olması ve onun için bir şeyler yapmak. Bu sizi diğer insanlar içinde önemli biri de yapabilir. Hali hazırda bulunan sıradan bir insan olmaya devam da ettirebilir; ama önemli olan sizin amacınıza ulaştığınızda veya ulaşırken kendinizi mutlu hissetmeniz, gerisi boş.

Elbette herkesin geçmişiyle belli hesaplaşmaları veya gelecekle ilgili kaygıları vardır. Hiç olmadı şu anda yaşadığı sorunlarla ilgili kendini mutsuz hissetme durumundadır. Peki önemli olan ne? Kendini mutsuz hissetmemek mi yoksa gelecekte mutlu olacağın için şu andaki mutsuzluğa katlanabilmek mi? İkinci duruma göre yaşamımızı sürdürdüğümüzde an'ı yaşamaktan vaz geçiyoruz. İlk duruma göre yaşadığımızda an'ı kurtaracaz diye gelecekten vaz geçebilme ihtimalimiz var. Ha, bir de bunları düşünürken her şeyden mahrum kalıyoruz o da ayrı bir mesele.

Bir araştırmaya göre belirli insanlara iletişim aracı veriliyor ve bu iletişim aracını mutlu olduğu zamanları yazmaları isteniyor. Araştırmaya göre mutlu olan insanlar an'ı yaşayan insanlar. Bunların mesajlarına bakıldığında, sevgilimle dolaşıyorum, büyük bir ihale kazandım, ailemle birlikteyim gibi mesajlar olduğu ortaya çıkıyor. Mutsuz olan insanların mesajlarına bakıldığında, haftaya yapılacak olan sınav için kaygılanıyorum, geçmişte yaptığım bir hata beni rahatsız ediyor gibi geçmişe veya geleceğe yönelik düşüncelerden kaynaklı mutsuzluk gözlemleniyor. Bu araştırmaya göre de an'ı yaşamak insanlara mutluluk verdiği sonucuna varılıyor.

Gayet güzel bir araştırma. Herkese an'ın yaşanması gerektiğini denekler ile akademik olarak ispatlamış. İyi de an'ı yaşamak için geçmişte gelecek için bir şeyler yapmış olmak gerekmez mi? Yani vakti zamanında yaşamak istediği an dan fedakarlık ederek, gelecek de an'ı yaşayan yok mudur?

Gel de işin içinden çık! Evet mutlu olamak için an'ı yaşamak mantıklı; ancak gelecekte de mutlu olmak için sürekli an'ı yaşamak pek akla uygun değil. Ben oyun oynamayı severim ve oyun oynarken yaşadığım an bana mutluluk verir; ama ben bu an'ı yaşamaya devam edersem gelecekten fedakarlık etmiş olurum. Neyi ne zaman yapmanın daha iyi olduğunun farkına varmak gerektiğinde her zaman mutlu olunabilir. Genede kesin konuşmak mümkün değil.

Biraz daha açarsak, hani öğretmenler sınıfta fazla cıvıklık olduğunda "Ders zamanı ders, oyun zamanı oyun!" derler ya, işte onu uygularsak o zaman hem an'ı yaşamakta hem de gelecekte mutlu olunabilir. Neyi ne zaman yapmayı bilmek ile alakalı bir durum.

Ha gel gelelim böyle mi yapıyoruz? Hayır tabi ki. Ne yapsak da bir şeyleri erteleyip kendimizi rahatlatsak diye bakıyoruz. Bu da hem an'ı hem de geleceği mutsuzlukla geçirmemize neden oluyor. Açıkçası şu öğretmenlerin dediği akla uygun geliyor; ama ben de pek uygulamıyorum. Neyi ne zaman yapmamız gerektiğinin kararına vardığımız da her şey hallolacak gibi duruyor. Kahrolsun bazı şeyler. Sağlıcakla kalın.

6 Ekim 2013 Pazar

Sokakta 4 Gece: Son Bölüm, Belgrad

Uzun bir yolculuktan sonra interrail yolculuğumuzun başladığı ve biteceği yere gelmiş olduk. Aslında biraz hüzün vardı burada da sanki 2-3 gün önce ayrılmış ve geri dönmüş hissini yaşadık. Gerçi fazla süremedi çünkü 3 günlük pislik ve rahat bir yerde yatamamadan kaynaklı hafif bir yorgunluk da vardı. Hemen kendimizi istasyondan dışarı atıp otelimize gitmek için bir taksi aramaya başladık. İlk taksiye gittik ve hiç pazarlık yapmadan 10€ ile otelimize bırakmasını kabul ettik. Kazık attığının farkındaydık ama yıkanmak ve yumuşak bir yatak gözümüzü karartmıştı. Çantaları bagaja fırlattıktan sonra otele doğru gitmeye başladık. Yaklaşık 10 dk. sürdü ve eski püskü bir binanın önünde durduk. Taksici otelin burası olduğunu söyledi. İnip apartmana baktığımızda hem 10€'dan olduğumuzu hem de yanlış yere bırakıldığımızı düşündük.

Elimizdeki kağıdı bir kaç kere incelediğimizde adresin doğru olduğunu anladık. Küçük bir asansöre çantalarla birlikte binip en üst kata çıkmaya başladık. Bir an gözümüze asansördeki kağıt ilişti. Yazı aynen şöyle: Lütfen asansöre 2 kişi binin, eğer bavulunuz varsa 1 kişi binin. Aksi halde asansör bozulabilir. Sarsıntılı bir şekilde yukarı çıkarken aklımdaki bütün duaları okuduğumu hatırlıyorum. Asansörden kata gelmesiyle kendimizi dışarı atmamız bir oldu. Otelimizi daha doğrusu otel odamızı bulduk; ama içeride hiç bir çalışan yoktu. Aslında tuttuğumuz yerin tabelası bile yoktu. Bizde daha geniş bir bilgi almak için yan kapıyı çaldık. Kapıyı açan bayan orada kimsenin çalışmadığını ve ödemelerin veya oda tesliminin nasıl yapıldığını bilmediğini hayretler içerisinde kalarak anlattı. Ortamında bizi yeterince korkutmasından kaynaklı asansörü kullanmadan merdivenlerden inerek binayı terk ettik.

Dışarı şok olmuş bir vaziyette çıktık. Artık o otelde kalmayacağımız kesindi. İlk işimiz internet olan bir yer bulmaktı. Çıktığımız binanın karşısındaki KFC'yi gördük. Zaten karnımız açtı ve internetin de olduğunu öğrenince hemen içeri girdik. Şimdiki problemimiz ise Bira Festivali düzenlenen şehirde otel bulup bulamayacağımızdı. Booking.com'dan bir kaç yere baktıktan sonra paramızın sadece 2 günlük bir yerde kalmayı karşılayacağını öğrendik. Artık bir gece daha sokaklarda kalacağımız belliydi; ama hangi gece sokakta kalacaktık. Bu gece mi yoksa son gece mi? Bu konu hakkında biraz konuştuktan sonra 3 gündür sokakta kalmaya alıştığımızı bu yüzden 1 güne daha katlanabileceğimize karar verdik.

Türkiye'ye dönmeden 2 günü kapsayacak olan otel rezervasyonumuzu yaptıktan ve yemeğimizi yedikten sonra bizden yani Eski Belgrad'tan yeni otelin bulunduğu yere -ki orası da Yeni Belgrad- yaklaşık 6-7 km yol vardı ve tekrar taksiye binemeyeceğimiz için sırtımızdaki 10 ile 13 kilo arasında değişen çantalarla yola koyulduk.

Yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuktan sonra otelimize ulaştık. Şükürler olsun burada bir resepsiyon ve bir adet çalışan vardı. Biraz konuştuktan sonra bize çantalarımızı bırakabileceğimizi ve yarın saat 10 gibi giriş yapabileceğimizi söyledi. Bizde saat 10'da gelmek üzere otelden ayrıldık ve saat daha gece 12 idi.

İlk önce festival alanına gittik. Orada 1 saat geçirdikten sonra yarım saat uzaklıktaki McDonalds'a gidip bir şeyler yedik. Orada da yarım saat oyalanıp sabah 4'de kadar süren festival alanına geri döndük. Orada gene 1 saat geçirdikten sonra 2 defa otele yürüyüp festival alanına yakın bir yerdeki banka uyumak için geri döndük. Sırayla yarım saat uyuduktan sonra "Acaba otel bizi alır mı ki?" düşüncesiyle "Parayı şimdimi ödeyelim yoksa 4 saat sonra gelince mi ödeyelim?" sorusunu bahane edip otele geri döndük; ancak resepsiyon görevlisi değiştiği için yutmadı.

Artık hava aydınlanmaya başlamıştı ve yarım yamalak uyumalar sonucu psikolojik olarak çökmüş ve sinir bozukluğundan ota boka gülmeye başlamıştık. Tekrar otelden 2 km geriye yürüyüp kahvaltı etmek amaçlı McDonalds'a geldik. Burada 2 saat geçirdikten sonra otele 9:30-10:00 sularında geri döndük ve halimize acıyan görevli bize anahtarı verdi. Bizde çantalarımızı alıp odaya çıktık.

Her şey rüya gibiydi. Odaya girdiğimizde 2 tane çift yastıklı, bembeyaz çarşaflı ve insanın aklını kaçırtır derecede yumuşaklıkta yataklar vardı. Artık rahatça uyuyabilecektik. Duş almak için banyoya girdim ve hayatımda o kadar kara bir su üzerimden akmamıştı. Üzerimi her köpürttüğümde resmen daha da rahatlıyordum. Duşumu aldıktan sonra odaya girdim ve o harika yatak tam önümde duruyordu. Hemen yattım ve arkadaşım duştan çıkana kadar uyumuşum. O gün 8 saat uyku çektikten sonra otelin yanındaki markete gidip konserve ve ekmek aldık. 1 saat içerisinde karnımızı doyurduktan sonra gene uykumuz geldi ve 14 saat daha deliksiz uyuduk.

Neredeyse 1 gün boyunca uyumuştuk ve artık yorgun değildik. Polonyada bir tren yolculuğunda 2 Türk ile tanışmıştık. Onlarda bizim Belgrad'ta olduğumuz zaman içerisinde Belgrad'ta olacaklarını söylemişlerdi. Biz de E-Posta adresimizi vermiştik. Bir kaç mesajlaşmadan sonra Usce alışveriş merkezinin önünde buluşma ayarladık. O gece festivalde eğlendiğim kadar hiç eğlenmemiştim ve işin güzel yanı dönecek bir otelimiz vardı. İnterrail'a çıkmadan önce festivale gelecek olan gruplardan birinin adını biliyorduk ve festival alanına girdiğimiz gibi o grup çıktı sahneye. Solistin tipi süper "Burada ya ben sizi kopartacağım ya da kendi kafamı kopartacağım!" gibi ciddi bir hali var. Yazıma noktayı onun sevdiğim bir şarkısıyla koymak istiyorum. Sağlıcakla kalın.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Sokakta 4 Gece: Bölüm 2

Venedik'ten Lübliyana'ya 30 dakikalık rötar ile vardık. Yaklaşık 1 ay önce de buradaydık ve trenden indiğimizde sanki 3-4 gün önce buradaymışız gibi geldi. Çantalarımızı kitledikten sonra istasyonun dışına attık kendimizi. Resmen buraya sonbahar hakim olmaya başlamıştı. 1 ay önceki gibi insan kalabalığı yoktu ve sararan yapraklar yerlere hakim olmaya başlamıştı. Burası başkent olmasına rağmen büyük bir yer değil ve özellikle Ağustos ayında sokaklarda neredeyse hiç insan yoktu. Şenlikler falan bitmiş, dükkanlarda neredeyse hiç insan kalmamıştı. Sanki kepenk kapatmışlar gibiydi; ama Lübliyana'nın Sonbahar'ını da görmek güzeldi.

Zaman geçirmek ve biraz karnımızı doyurmak için şehrin içinden geçen nehre doğru ilerlemeye başladık. Daha önce geldiğimizde turistlerin bilgi almaları için kullanılan yerden çok ucuza bisiklet kiralayıp neredeyse her yerini gezmiştik. Gene kiralamayı düşünürken meydandaki pembe kilisenin çaprazında ilginç waffle yapan dükkanı görünce kararlar bir anda değişti, kendimizi sırada bulduk. Dürüm gibi yapılan waffle'larımızı aldıktan sonra insanlardan uzaklaşıp yemeye başladık; çünkü yaklaşık 2 gündür yıkanmıyorduk ve sadece Venedik'te ayaklarımızı kanaldaki deniz suyunda yıkamıştık. Eh, insan ister istemez koktuğunu falan düşünüyor.

İlk geldiğimizde her yeri gezdiğimiz için bu sefer sadece öylesine dolaşmayı tercih ettik; ama geçen ay pembe kilise restorasyonda olduğu için dolaşamamıştık. Hazır açıkken birde bunu gezelim dedik. Kiliseye ilk girerken yaşlı bir kadın kilise kapısında dileniyordu. Neden bilmiyorum Hristiyan dilenciler tüm gezim boyunca beni çok etkilediler, büyük ihtimal izlediğim filmlerden lanet bilinç altıma işlenmiş. Bu sefer dayanamayıp 1€ vermek zorunda kaldım.

Akşam olmaya başlayınca tren istasyonuna doğru yürümeye başladık. Waffle karın doyurmadığı için gene McDonalds'a gitmeye karar verdik. Zaten bu şirketi her yerde bulabilirsiniz. İstasyondan çıktığınız gibi mutlaka bir McDonalds ile karşılaşıyorsunuz. 2 sokak aşağıda 3 sokak yukarıda, her yer McDonalds. Yemekleri yedikten sonra çantaları geri alıp Zagreb'e gidecek olan treni beklemeye başladık.

Rötarsız gelen tren sayesinde 4-5 saatlik yolculukla bu akşam bizi sokaklarında misafir edecek olan Zagreb'e ulaştık. İndiğimiz gibi çantalarımızdan sadece uzun kollu bir şeyler aldık ve fermuarlarını kapatıp kilitledik. Artık sıra yemek yemeye gelmişti ve 1 ay önce Zagreb'in meydanına yakın bir yerde keşfettiğimiz pizzacıya doğru yol aldık. Açıkçası İtalyan pizzasına tercih edilebilecek tadı var ve kola ile birlikte 15 kuna (5 TL). Pizzacıya geldiğimizde başımızdan aşağı kaynar sular döküldü; çünkü burada euro para birimi geçmiyor ve parayı bozdurmak için döviz bürosu bulmak gerekli. Saat gece 12 olduğu için bildiğimiz bütün döviz büroları kapalı ve AÇIZ!!

Sinirlerimiz alt üst oldu. Paranız olmasına rağmen hiç bir şey alamamak kadar ironik bir şey yoktur herhalde. Kime sorsak bu saatte hiç bir yerin açık olmadığını söyleyip meydandaki kumarhaneye yönlendiriyordu. Oraya da gittik; ancak parayı bozduramayacağını söylediler. Kuyruğumuzu kıstırıp istasyona geri döndük. Sıcacık poğaçaların bulundu bir pastahane vardı. Acıyın bize der gibi çalışandan euro kabul etmesini istedik ancak nafile. O da bizi taksicilere yönlendirdi. Neyse ki bir taksici bulduk ve 10€ bozdurduk. Pastaheneye dönüp bir şeyler aldık. Artık karnımız da doyduğuna göre uyuma vakti gelmişti. Uyku tulumlarını almak için para verilerek emanet alan elektronik kasaya tekrar para vermemek için üstümüzdekilerle istasyonda bir kutu köşe bulup yatıp uyumaya başladık.

Her şeye katlanabiliyorduk çünkü planımıza göre bu sokakta geçireceğimiz son geceydi. Taş üstünde yatmaktan belim ağrıdığı için bir ara uyandım ve kirişteki güvercin dikkatimi çekti. Her an üzerimize sıçma ihtimaline karşı başka yerde uyumaya gittik. Orada da gürültücü bir Rus grubu vardı. 1 saat uyumaya çalıştıktan sonra gürültü şiddeti arttığı için kalkıp gitmeye karar verdik. Uyumaya geldiğimizde her yerde uyuyan birileri vardı; ama kalktığımız da hepsi gitmişti. Gürültücü grup herkesin canına tak ettirmişti anlaşılan.

Hava aydınlandığı için biraz şehirde dolaşıp bir şeyler atıştırdıktan sonra istasyonun karşısındaki sarı binanın arkasında bulunan parkın banklarına uzanıp biraz daha uyumaya karar verdik. Burada da parkta köpeğini gezdirmeye gelen insanların köpekleri bizi rahat bırakmadı. Pislikten köpeklere kötü kokmaya başladığımızdan olacak bir kaçı bize havladı. Neyse dedik bu son geceydi ve Belgrad'a döndüğümüzde rahatça yıkanıp uyuyabilecektik. Banklardan kalkıp istasyona yakın olan yere marketten bir şeyler alıp çimlere uzandık. Artık Belgrad'a  gidecek olan treni bekliyorduk ve yaklaşık 8-9 saat sonra booking.com'dan çok ucuza bulduğumuz otele yerleşip yıkanıp uyuyabilecektik.

Sokakta 4 Gece: Son Bölüm, Belgrad'ı buradan okuyabilirsiniz.

3 Ekim 2013 Perşembe

Sokakta 4 Gece: Bölüm 1

Not: Resimdekiler biz değiliz.
Bu yaza kadar hiç aklımın ucundan bile geçmeyecek bir şey yaptım. İnterrail yaparken 4 gece sokaklarda yatmak zorunda kaldım ve ilginç bir deneyim oldu. Gerçekten insan bir şeyleri yaşamadan anlayamıyor. Gerçi benim durumum sokakta yaşayanların durumunun yanında sıfır kalır; ama bir nebze de olsa kalacak yerinin olmaması ve sokaklarda yatmanın ne demek olduğunu anladım. Her şey Polonya'daki trenin geç kalmasından dolayı diğer treni Salzburg'da kaçırmak ile başladı. Gelecek tren sabah 6:00 civarlarında istasyonda olacaktı ve bizim 5 saat vaktimiz vardı. Gece olduğu için Salzburg'u gezemeyecektik ve yorgun olduğumuz için uyumamız gerekiyordu.

Salzburg'a geldiğimizde 5 saatimizi burada geçireceğimizi biliyorduk. Tek korkumuz sabahın ilk ışıklarına kadar bilmediğimiz bir ülkenin bilmediğimiz bir şehrinde yanlız kalmaktı; ancak peronlardan aşağıya doğru indiğimizde yanlız olmadığımızı anladık. Büyük ihtimal 20-30 kişilik gruptan oluşan interrailciler bizim gibi Polonya'dan rotarlı gelen tren yüzünden Venedik'e giden treni kaçırmışlardı. Bizde onlar gibi bir kuytu bir köşe bulup matlarımızın üstüne uyku tulumlarını sererek uyumaya başladık.

Yattığımız yerin etrafında dükkanlar olmasından dolayı sabah 5:00-5:30 civarında istasyon görevlileri gelip bizi uyandırdı. Trenin gelmesine de 1 saat kaldığından bir yerlerde bir şeyler yemek için dışarıya çıktık. İstasyonun hemen önünde sabah işe gidenler için kahve ve kuruvasan satan biri vardı. Oradan bir şeyler alıp açlığımızı bastırdık ve trenin kalkacağı perona geldik. Neyse ki bu tren tam zamanında geldi ve Venedik'e zorlanmadan gidebileceğimiz için mutlu olduk.

Venedik'e vardığımızda çantalarla dolaşmamak için 9€ karşılığında emanetçiye bırakıp istasyondan ayrıldık. Şehri gezmenin en mantıklı yolu "City Map" diye satılan şehrin haritasını almaktır; ancak burada 2,5€ olduğu için almaktan vaz geçip şehrin sokaklarında kaybolmayı tercih ettik.

Sabahleyin sadece kuruvasan ve kahve ile durduğumuzdan dolayı ilk işimiz bir şeyler yemek olacaktı; ancak sokaklarda yürümeye başladığımızda bütçeye hiç uygun olmayan fiyatlarla karşılaştık. Şehrin içlerine doğru ilerledikçe fiyatların düştüğünü gördük. İyice içerlerde bir yerlerde mutlaka bütçemize uygun bir şeyler bulacağımıza emindik. Eğer bir gün Venedik'e yolunuz düşerse ilk gördüğünüz restorana girmeyin. İçerlere doğru ilerledikçe daha uygun yerler bulabilirsiniz. Buna hediyelik eşya fiyatları da dahil. Tam bu aralarda küçük büfemsi bir yerde pizza ve kolanın 4€'ya satıldığı bir yer bulduk. Nevaleleri alıp bir kanal kenarında sandviç gibi ikiye katlayıp öğlen saatinde kahvaltımızı etmiş olduk. Açıkçası bu pizzanın pek bir numarası yok. Bildiğimiz pizza işte, tek fark İtalya'da yapılmış olması.

Karın doyurma faslı bittikten sonra biraz daha turlamaya karar verdik. Arada bir internete girip sağ olduğumuzu bildirmek için bizimkilere mesaj atmak gerekiyordu. Bu yüzden kahve içebileceğimiz ve interneti olan bir yer aramaya başladık. Yemek ararkenki kural bunda da geçerliydi. Turistlerin yoğun olduğu yerlerdeki kafelerin fiyatları biraz daha pahalı; ama ara sokaklara girdiğimizde daha uygun fiyatlar bulabildik. Bu sayede İtalyan kahvesini ve yanında verilen ilginç kurabiyeyi de tatmış olduk. Hatta tadını beğendiğimiz için iki fincan içtik. Kafe sahipleri iyi ilgilendiler. Baya muhabbet ettik. Hava kararmaya başlayınca da tren istasyonuna dönmek için yola koyulduk. İtalyan birinin yanlış tarifi yüzünden kanala açılan çıkmaz bir sokakta kendimizi bulmaktan başka bir sorun yaşamadık. Daha sonra kendi kafamıza göre istasyonu bulabilmeyi başardık.

Venedik'de gezip tozduktan sonra Lübliyana'ya gidecek olan treni beklemek üzere tren istasyonunun karşısındaki kilisenin önünde önceden 4-5€'ya aldığımız 2 şarabı Çek Cumhuriyeti'nden iki kız ve İspanyol sevgililere biz de katılarak içmeye başladık. Bundan sonra gitmek istediğimiz yer Lübliyana ama İtalya'nın Udine diye bir şehrinde aktarma var ve bu aktarma süresi 6 saat. Yani geceyi Udine'de geçirmek zorundayız.

Sokakta uyumanın ilk gecesi fena sayılmazdı. En azından başımıza bir şey gelmedi; ama burası İtalya ve Udine hakkında hiç bir fikrimiz yok. Uyumamız gerek ama başımıza bir şeyinde gelmemesi gerekiyor. Onca günden sonra bir şeylerin çalınmasını istemiyorduk.

Venedik'te içtiğimiz şarap bizi çakır keyif yapmıştı ve yorgunluk yüzünden iyice uykumuz geldi. Ne yalan söyleyeyim Udine'ye varınca istasyondaki bir perona geçip matları yaydık. Uyku tulumlarının içine girdik ve o yorgunluk yüzünden hırsızlıkmış, bilmem neymiş hiç bir şey düşünmedik. Horul horul uyuduk. O şarapları içmeseydik büyük ihtimal orada uyuyamazdık. Gerçi yorgunluğun da etkisi vardı; ama gözümüz uyumaktan başka bir şey görmedi. Bir ara gece baya yağmur bastırdı. Neyse ki rüzgar falan yoktu ıslanmadan sabaha kadar uyuduk.

Önceden telefonların alarmlarını tren gelmeden yarım saat öncesine ayarlamıştık. Alarm çalınca gözlerimi açtım ve yattığımız peronun sağında ve solunda iki tren duruyordu. Hatta trenlerden yolcular falan inip biniyordu; ama o kadar çok insan trafiği yoktu. Uyku tulumunun fermuarını açıp içinden çıkmaya çalışırken arkamdan geçen biri günaydın dedi. Sonra etrafa bakınırken başka biriyle göz göze geldim o da merhaba dedi. İtalyanların sıcak tavırları cidden hoşuma gitmişti ve açık havada uyuduğum için kendimi baya dinç hissediyordum.

İyice kendimize geldikten sonra eşyalarımızı toplayıp treni beklemeye başladık. Tren 30 dk. rötarla geç geldi ama bu sorun teşkil etmiyordu. Lübliyana'da 5-6 saat vaktimiz olacaktı ve bir sonraki durak ve aynı zamanda 3. gece bizi sokaklarında misafir edeceği yer olan Zagreb'e zaman kaybı olmadan veya tren kaçırmadan rahatlıkla varılabilirdi.

Sokakta 4 Gece: Bölüm 2'yi buradan okuyabilirsiniz.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Gelişme Var Gibi...

Geçtiğimiz yaz yaptığım interrail'in sonlarına doğru Belgrad'a dönmek üzereyken tren yolculuğumuzun birindeki durağımız, Avusturya'nın Villach şehriydi. 5 saatlik yolculuğumuzun sonunda açlık vardı ve yazın sonlarına doğru Avrupa'da yağmur görmeye başlamıştık. Pek sıkıcı olmayan havası ve hafif çiseleyen yağmur başlarda hoşumuza gitse de ıslanmaya başladığımızda sıkıntılı bir duruma dönüşmeye başladı.

Filmlerden bilinçaltıma işlenmiş olsa gerek, havanın kapalı ve yağmurlu olduğunu görünce (Tabii kentin tarihi dokusu da etkiledi) içimde yağmur damlalarının süzüldüğü bir camdan dışarı bakarak sıcak bir kahve içmek geldi. Yakınlarda McDonalds bulup kendimizi içeri attık. Hamburgerlerimizi aldıktan sonra restoranın üst katına çıktık ve merdivenleri geçip sağıma baktığımda yağmur damlalarının süzüldüğü ve hafif buğulu camın hemen önündeki masanın boş olduğunu gördüm ve o masaya yerleştik. Menümüzü bitirdik ve arkadaşım kahveleri almak için alt kata gitti. Tek derdim yağmur yağarken dışarısını kahve içerken izlemekti.

Yağmur şiddetini biraz arttırınca etrafımızdaki masalar dolmaya başlamıştı. Kahvelerimizi aldık ve bir kaç huzurlu ve mutlu kahve yudumundan sonra arkadaki bir veledin "MAMAAA!" diyerek ağlamalarını duymaya başladık. Bir kaç dakika katlandım ama olacak gibi değil. Sürekli etrafa bakınmaya başladım. Ne zaman biri çıkıp "Yeter be kardeşim bi susturun şu çocuğu! Aaa! Kafamız şişti yahu!" diyecek diye bekliyorum. Tabi bu arada çocuk ağlıyor, bir şeyler istiyor; ama ebeveynleri tarafından davranış görmezden geliniyor ve davranışın sönmesi bekleniyor yani eğitsel açıdan her şey mükemmel işliyor ama ben pencereden huzurlu huzurlu dışarıya bakıp kahvemi yudumlayamıyorum.

Belli bir zaman sonra duruma alışmak zorunda kaldım ve dışarıyı izlemek yerine içerideki olayı gözlemlemeye başladım. Çocuğun davranışları insanlardan tepki almaması beni çok şaşırttı. Her şey yolundaydı herkes için. Acaba dedim bizde bir sorun mu var? O arada masaları silmekle görevli olan biri ailenin yanına yaklaştı. Hah! dedim şimdi uyarılacaklar. Ama öyle olmadı tabi ki. Adam yanlarına geldi, çocuğu biraz sevip tahminimce "Neden bağırıyorsun sen bakayım tatlı şey?" tarzı bir şeyler dedikten sonra yanlarından ayrıldı.

Resmen sabırlarına ve saygılarına hayran kaldım. Sanırım bu olay Türkiye'de bir yerde olsaydı aile fena bir şekilde uyarılır ya aile çocuğunu döverek susturmaya çalışılır ya da yemekler hızlıca bitirilip bir dışarıda zaman geçirme girişimi de hüsranla sonuçlanırdı. Hatta aile ile çevredekiler arasında ufak bir gerginlik bile yaşanabilirdi. Hiç olmadı annesinin ne kadar kötü bir anne olduğu ile ilgili konuşmalar geçerdi.

Bugün eve dönmek üzere otobüse bindim. Şoförün arkasına 2 çocuklu bir anne bindi. Başlarda kim cam kenarına oturacak tartışması oldu. Bu problem çözüldükten bir kaç dakika sonra çocuklar sesli bir şekilde oynamaya başladılar. Aklıma Villach'daki yaşadıklarım geldi. Tabi bu sefer Türkiye'deydim ve her an birileri duruma müdahale edebilirdi. Bunları düşünürken yanımdaki bey amca "Annesi de bir sus demiyor yahu!" dedi. Neyse ki anne duymadı.

Yolculuktan sıkılan çocuklar annenin her türlü müdahalesine karşı aralarında geçen konuşmayı kesmiyor hatta arada sesin şiddeti artıyordu. Yanımda oturan bey amcadan bir tepki daha beklemeye başladım. Hatta bu tepkinin biraz daha yüksek sesle olup çevredekilerin de bu amcaya destek vermesi ve bir yolculuğun daha tartışmayla sonlanması hakkında küçük senaryoları aklımdan geçirmeye başladım.

Tahminimce eski kuşak olan bey amca (Herhalde 55-60 yaşlarında) düşündüğüm gibi annenin duyacağı şekilde bir tepki gösterdi ve "Hanım efendi çocuklarınızı susturur musunuz?" dedi. Tahminimde yanılmamıştım ancak buradan sonraki olayların seyri değişti. Önümde oturan biri arkasına dönerek "Yahu ne yapsın kadın dövsün mü çocukları? Uyarıyor işte görmüyor musun? Biraz anlayış gösterin ya! Torunun falan yok mu senin?" deyince "Hey bir dakika bu böyle olmamalıydı!" diye araya giresim geldi. Yanımdaki amca "Ne diyon sen be?" diyerek destek beklerken aldığı tepkiye şaşkınlığını gizleyemediğini gördüm. Daha sonrada arkadan başka biri araya girdi "Amcacım eğer rahatsız oluyorsan kendi arabanla gideceksin." dedi. Yemin ederim böyle tepkiler beklemiyordum.

Anlayış ve empati konusunda 80 ve üzeri kuşaklardaki bireyler daha yaşlı kuşaklara göre daha iyi olduklarını görmek beni mutlu etti. Sanırım yavaş yavaş birbirimize karşı daha anlayışlı olmaya başladık ve benim tabularım resmen yıkıldı. Umarım bu önümüzdeki günlerde daha da gelişir ve mutlu, huzurlu bir toplum oluruz. Bu küçücük örnekle ben bir şeylerin artık daha iyi olduğunu görür gibiyim. Kalın sağlıcakla.