3 Aralık 2011 Cumartesi

Vodafone'nun "Çekmiyor" Kompleksi

   Bu konumuzda GSM şirketleriyle ilgili bir bölüm; en çok Vodafone gözüme çarptığı için başlığı da ondan öyle koydum. Yoksa Turkcell yada Avea ile bir gönül bağım yok. Bu arada sevgili GSM şirketleri hiç biriniz boşu boşuna reklam çekmeyin 8. katta oturuyorum hiç biriniz "tam anlamıyla" ÇEK-Mİ-YOR-SU-NUZ...

   Sevgili Vodafone, öncelikle şunu söylemek isterim, toplum içerisinde şöyle bir deyim vardır "yarası olan gocunur" şimdi nereden çıktı bu? Reklamlarınızı biraz düşünerek yapmanızı tavsiye ederim, eğer siz her yerde çekiyorsanız, çekiyorsunuzdur "çekmiyor" diyenleri neden ciddiye alıp reklam yapıyorsunuz? Demek ki çekmiyorsunuz yada canınız reklama para harcamak istiyor. Yaptığınız reklamların çoğu "Vodafone Çekiyor" üzerine. Birkaç örneğini alt tarafta paylaşıyorum.
   Reklamın konusu da biraz saçma. Bilmem kaç milyon Vodafone'lu "çekmiyor" sözlerini duyunca eğleniyormuş. Tabi canım, insanların hiç konuşacak bir şeyi yok Vodafone çekiyor mu? Çekmiyor mu? diye tartışıp, çekmiyor diyenlerle eğlenecek. Mantıklı mı Allah aşkına? Reklamın İstanbul da çekilmesi de ayrı bir gariplik. Çoğu reklamda olduğu gibi bu reklamda da Türkiye sadece İstanbul'dan ibaret gibi gösterilmiş. Bu arada yukarıdaki reklamda bulunan kaptan şarkıyı söyleyemiyor, metrodaki kızın ifadesi çok güzel "bok çekmiyor, bak!" ifadesi var ama Vodafon Ankara metrosunda çekmiyor (ki zaten metroda çekmemesi doğal neden bunu sorun yapmışlar anlayamadım, diğer operatörlerde çekmiyor).
   Zaten Sheraton Otelde tabii çekmesi lazım, Ankaraya gelen bütün iş adamları orada kalıyor.

   Gelelim Avea'ya. Sevgili Avea üzülerek(!) söylüyorum ki siz de her yerde çekmiyorsunuz. Ev arkaşım şuan Avea'lı ve 8. katta olmamıza rağmen evde hat kesiliyor. Yapılan araştırmaya göre Amerika da izlenen Tom & Jerry, Mickey mouse-Donald Duck, Road Runner gibi çizgi filmlerde Amerikalılar Jerry, Mickey Mause, Road Runner karakterlerini daha çok seviyor ve çizgi film de bu karakterleri tutuyorlarmış; fakat aynı araştırma Türkiye'de yapıldığında Tom, Donald Duck ve Tilki karakterlerini tuttukları ortaya çıkmış. Kısaca Türk halkı her zaman olduğu gibi ezilenden yana olmuşlar. Bunu neden anlattım; çünkü sizin reklamlarınızda da ezilen ve ezen biri var (optik ve fasulye). Şahsen bana optik çok uyuz edici geliyor ve sürekli fasulyeyi tutuyorum ve bu karakteri benimsiyorum. İnşallah bir gün optik'in göt olacağı bir reklam çekersiniz. Bu kadar uyuz oluyorum. 
   Sevgili Turkcell, öncelikle söylemeliyim ki sen de doğru düzgün çekmiyorsun. Şahsen senin müşterinim ve 8. katta oturuyorum bağlantı hatası ve çekmeme gibi sorunlarım oluyor. Bunun üstüne birde Sertap Erener'i "tünelden geçerken Turkcell çekiyor" reklamını görünce iyice sinir oluyorum.
   Buyurun gene İstanbul, sanki sadece orada tünel var. Gerçi Turkcell'i bu konuda fazla eleştiremem çünkü başka yerlerde çekilmiş reklamları var.

   Sonuçta bütün GSM şirketleri belli bir yerde çekmiyor ama ben her yerde çekiyorum diye reklam yapıyor. Çoğu %99 çekiyorum diyor ama nedense bütün halk %1'lik alanda duruyor. Doğru reklamlar yapın. Yada bütün GSM şirketleri birleşsin böylesi daha iyi olur, daha güzel çekmiş olurlar. Adı da TURKVEFONE olur. Ne güzel olur, kalın sağlıcakla...

Sorun Çözmenin Kuramsal Temelleri

Bununla ilgili birçok kuramcının farklı alanlarda çalışmasından dolayı, farklı açılardan kuramları bulunmaktadır. Burada Sorun çözmenin temel kuramlarına yer verilmiştir.

John Dewey’in Sorun Çözme Modeli
Problem çözme sürecinin özünü John Dewey’in çalışmaları oluşturmaktadır. Buna göre, problem çözme yönteminde öncelikle bir problemin varlığının fark edilmesi ve tanımlanması gereklidir. Ardından, bu problemin çözümüne yönelik denenceler geliştirmek ve olası çözümleri bulmak için bilgi toplanmalıdır. Son olarak da, değişik durumlarda uygulanabilirliğini test etmek için geçici bir çözüm önermek sözkonusudur. Problem çözmenin başarıyla uygulanabilmesi bu aşamaların dikkatle izlenmesine bağlıdır. Birçok araştırmacı problem çözmenin aşamalarını açıklamışlardır. Ancak, problem çözmede temel olan aşamalar araştırma – inceleme yoluyla öğretim stratejileri başlığının altında da açıklandığı gibi şu biçimde sıralanabilir.


  • Problemi farkına varma ve problemi tanımlama
  • Problemin çözümü için denenceler oluşturma
  • Veri toplama, toplanan verileri düzenleme, analiz etme ve yorumlama
  • Denenceleri test ederek sonuca ulaşma
  • Çözümü uygulama ve elde edilen sonuçlara göre önerilerde bulunma(Güven, 2008).

Thorndike’ın Sınama-Yanılma Yoluyla Sorun Çözme Modeli
Thorndike, yaptığı deneyler sonucunda, sorun çözme durumunda organizmanın yaptığı davranışlardan tatmin edici etki oluşturanların kalıcı olduğunu, hangi davranışların tatmin edici olduğunun sınama-yanılma yoluyla öğrenildiğini ortaya koymaktadır. Sınama-yanılma yoluyla sorun çözme, genelde anlamlı ilişki örüntüleri olmayan sorunların çözümünde ya da hakkında ön bilgilerin eksik olduğu sorun durumlarında elverişli bir yöntem olarak kullanılmaktadır (Aydın, 2009).
Köhler’in İçgörü Öğrenmesi Yoluyla Sorun Çözme Modeli
Köhler bir şempanze ile yaptığı deneyler sonucunda sorun çözmenin dereceli bir deneme-yanılma yoluyla değil, aniden gerçekleştiğini gözlemlemektedir. Şempanzenin, sorunu bir defa çözdükten sonra, aynı sorunu birkaç basit hareketle çözmesi başka önemli noktadır. Bu deneyin sonucu çözümün üç önemli özelliğinin var olduğunu göstermektedir: Ani oluğu, bir defa keşfedildiğinde tekrarlanabilmesi ve yeni durumlara uygulanabilirliği. Bu çalışma, karmaşık öğrenmenin iki aşama içerdiğini göstermektedir. İlk aşamada sorun çözülür, diğer aşamada ise çözüm hafızada depolanır ve ne zaman benzer bir durum ortaya çıkarsa geri çağrılır. Burada karmaşık öğrenme hafıza ve düşünceyle yakından ilişkilidir (Aydın, 2009).

Hermann’ın Yaratıcı Sorun Çözme Modeli
Hermann, beyin yapısı ve düşünme üzerine çalışmış bir uzmandır. Beyni fonksiyonel olarak dört kadrana ayırmaktadır. A ve B kadranları sağ yarım kürede, C ve D kadranları da sol yarım kürede yer almaktadır.

Her bölümün dili, değerleri ve bilme şekilleri bulunmaktadır. Hermann’a göre insanlar beyinlerinin her bölümünü farklı sıklıklarda kullanmaktadırlar. Her bireyin değişik şekilde baskın olduğu, kendine özgü düşünme modeli bulunmaktadır. Bu tercihler davranışların da farklılaşmasına neden olmaktadır. Bireyler sorun çözme sürecinde kendi baskın modellerini kullanmaktadırlar. Hermann, yaratıcı sorun çözmenin beynin tüm bölümlerinin ortak fonksiyonu olduğunu kabul etmektedir. Her bireyin genetik olarak öğrenme ve düşünme yetenek ve tercihleriyle doğduğunu, dünyaya ve çevresine bu yetenek ve tercihlerle cevap verdiğini söylemektedir. Ayrıca beyni sürekli olarak belli bir düşünme biçiminde kullanmanın o kadranların gelişmesini sağladığını da belirtmektedir (Aydın, 2009).

Kaynakça
Güven, Meral. (2008). Programda Öğretme Öğrenme Süreci. Bilal Duman. (Editör). Öğretim İlke ve Yöntemleri. İkinci Baskı. Ankara. Maya Akademi, ss. 280’deki makale.

Aydın, M. (2009). Sorun Çözme Becerisi İle Yaratıcılık Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. Yayımlanmış yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Berbat Masal

   Selam okuyucu, bu yazımda bana eskiden anlatılan ve zavallı çocukların beynine neler sokulmak istendiğini anlatan boktan bir masalı ele alacağım. Başlayalım...

   Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir nine ile dede varmış. Ninenin evi sazdan dedenin evi tuzdanmış. Bir gün nine yemek yaparken bir bakmış tuz yok. Ne yapsam, ne yapsam diye düşünürken aklına dede gelmiş. Hemen gitmiş kapısına "dede!" demiş, "bana biraz tuz verir misin?" dede cevap vermiş "vermem sana tuz falan, git!" demiş. Nine çok kızmış bu duruma "bir yağmur yağsın, bir yağmur yasın, seninde evin erisin, sokakta kal!" demiş. Hakikaten o gece bir yağmur yağmış, bir yağmur yağmış, dedenin evi erimiş. Kalmış sokakta. Ertesi gün gitmiş ninenin kapısına "nineee!" demiş, "sokakta kaldım, evine alır mısın beni?" demiş. Nine kızmış "sen bana bir tuz vermedin, almam" demiş. Dede diretmiş "ne olursun be ninecim" demiş. Nine merhametli kadınmış "sen bana tuz vermedin ama gel bari kapının oraya" demiş. Almış dedeyi içeri kapının oraya. Nine de içeride sobanın yanında oturuyormuş. Dede gene seslenmiş "nineee!" demiş "çok soğuk burası, sobanın yanına geleyim mi?" demiş. Olmaz demiş nine. Dede diretmiş gene "ne olursun be ninecim" demiş. Nine merhametli kadınmış "eh! gel bari, sen bana tuz vermemiştin ama neyse" demiş. Dede gelmiş sobanın yanına. Akşam geç olmuş nine gitmiş yatağına yatmaya. Biraz geçtikten sonra dede gene seslenmiş "nineee!" demiş "çok yoruldum burada, yanına yatayım mı?" demiş. Olmaz demiş nine. Dede gene diretmiş "Ne olursun be ninecim çok yoruldum burada" demiş. Nine merhametliymiş "Sen bana tuz vermemiştin ama gel bari" demiş. (Şimdi en can alıcı nokta geliyor) Gir ninenin koynuna bak dedenin oyununaaa!

   Bu ne lan? Bu ne boktan masal? Ne bu ne? Resmen pornografik masal yahu! Böyle masal mı olur? Bir kere çocuğa kinciliği aşılıyor. Dede bir tuz vermiyor alt tarafı, nine hemen beddua ediyor. Hemde ne beddua. Azına sıçıyor resmen. Yahu zaten ninenin kolesterolü falan vardır ne yapacak tuzu? Hadi bedduayı da geçtim sonu nasıl bitiyor bunun? Aşk-ı Memnu halt etmiş. Sokakta kalan dedenin intikamı.

   Madem bu masal pornografi ile bitiyor, o zaman içeriği de değiştirmek lazım. Asıl masal şöyle olmalı; Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir nine ile dede varmış. Ninenin evi sazdan dedenin evi tuzdanmış. Bir gün nine yemek yaparken bir bakmış tuz yok. Ne yapsam, ne yapsam diye düşünürken aklına dede gelmiş. Hemen gitmiş kapısına "dede!" demiş, "bana biraz tuz verir misin?" dede cevap vermiş "vermem sana tuz falan, siktir git evimin önünden, koca götlü karı!" demiş. Nine bir atar yapmış "Ulan Allah belanı versin senin, piç kurusu alt tarafı tuz istedik!" demiş. Bunun üzerine dede "Lan sen siktir gitin neresini anlamadın gitsene be mal" demiş. Nine de "Ulan soyun sopun kurusun puşt, inşallah bir yağmur yağar, bir yağmur yağar da evin başına yıkılır" demiş.  Hakikaten o gece bir yağmur yağmış, bir yağmur yağmış, dedenin evi erimiş. Kalmış sokakta. Ertesi gün gitmiş ninenin kapısına "nineee!" demiş, "sokakta kaldım, evine alır mısın beni?" demiş. Ne beklersin nineden? İçeriden şöyle bir cevap gelmiş "Siktir giiit!". Aman yarabbi, dedenin bi'gözü dönmüş başlamış bağırmaya "ulan şom ağızlı puşt kadın tuttu bedduan kaldım sokakta, ağzına sıçayım senin göt karı, geber inşallahta toprak bile kabul etmesin seni, aç ulan şu kapıyı dondum burada, açmazsan kapıyı kırar sana tecavüz ederim" demiş. Nine de sanki kapısı çelik kapıymış gibi "Bir bok yapamazsın!" diye bağırmış. Dede de bir kızmış, kırmış kapıyı girmiş içeriye. Eh! sonu malum...


   Nasıldı? Aynı hesap değil mi? Diğeri arasındaki tek fark sonu değişik ve küfürlü. Başka değişik bir şey yok. Kalın sağlıcakla...

28 Ekim 2011 Cuma

Zorunlu Eğitime Hayır!

   Bu yazımda size Catherine Baker'ın yazmış olduğu Zorunlu Eğitime Hayır adlı kitabını yorumumu katarak özetleyeceğim. Neden? Çünkü ismi bile garip bir kitap ondan. Bu gün biri çıkıp zorunlu eğitime hayır dese "salak mısın lan sen?" denir. Ama bu kadın birde kitap yazmış, niye yazmış? 14 yaşındaki kızı "beni neden okula göndermedin?" sorusu üzerine. Yani kızını hiç okula göndermemiş. Nasıl kitap ama?
   Çoğu kitap gibi bu kitabı da zamanına göre değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Fakat kitabın tamamını değil. Kitabın bir kısmına katılıyorum, bu katıldığım yerlerde zamanına göre değerlendirdiğim zaman oluyor. Ama kitabın çoğu yerinde, kitabın yazarı olan Catherine Baker “Bunun böyle olmaması gerekiyor. Bunun böyle olması lazım.” diyor. Bunlara katılmıyorum; çünkü bu söylediklerini günümüze uyarlayacak olursak, hiç hoş olmayacağını düşünüyorum. Yazarın söylediklerini yapmak için herkesin onun gibi düşünmesi gerekiyor (ki bu imkansız) veya yazarın istediği gibi bir eğitimin olması için, dünya üzerinde insan oğlunun eğitime başladığı andan itibaren onun eğitim anlayışı ile yola başlaması gerekiyordu, bu da geçti artık.

   Yazar “okuldaki başarı düzeyine dayanan her türlü ayrımcılığın son verilmesi gerekiyor” diye düşünüyor ve ekliyor “Küçük bir çocuğa herhangi bir bilgi aktarılıyor ve ondan bu bilginin tekrarlanması isteniyor; başarıyor yada başaramıyor; daha sonraki yıllarda birileri, başka bir insana, yukarıdaki sözü edilen insanın çocukken ne ölçüde başarılı olduğunu soruyor.”. Bu düşüncenin aksini hiç kimse söyleyemez. Günümüzde de bu böyledir. Küçük bir çocuğa ilk okul birden ilk okul beşe kadar bir şeyler öğretilir yada yazarın dediği gibi tekrarlattırılır. Ama o yaştaki çocuk “çocuk” olduğu için bunun ileride kendini nasıl bir şekilde etkileyeceğini bilmez ve nasıl istiyorsa öyle davranır, ister öğrenir ister öğrenmez. Daha sonra bu çocuğun ilkokul birden ilkokul beşe kadar olduğu durumundan dolayı ortaokulda alt seviyede bir sınıfa koyulur. Çocuk sınıfın etkisiyle öğretilenlere pek aldırış etmez ve lise sınavlarında da başarısız olur. Yani çocuğun ilkokulda yaptığı çocukluk (onun hakkı bu değilmiş gibi) onu lise sınavlarında başarısız olacak kadar etkiler. Bazı çocuklar durumunun kötüye gittiğini lisede farkına varır (çünkü artık yetişkin birey olmaya başlamıştır) veya hiç farkına varmaz. Zaman çocuk için önemli bir faktördür. Yani çocuk belirli bir yaştan sonra daha derinlikli düşünebilir.

   O zamana göre düşünelim beyler! Catherine Baker zamanında yaşasaydım ve benimde bir çocuğum olsaydı bende okula göndermezdim. Zorunlu eğitime hayır derdim, neden mi? Al neden: Kitaba göre o zamanın milli eğitim bakanlığı şöyle bir açıklama yapıyor: “üst düzey yöneticilerin 1972, 1973 ve 1974 yılında ortaokula başlayan çocuklardan yüzde 50 si liseye devam ederken işçi çocuklarının yüzde 5,8 i tarım işçilerinin ise 4,8 i”  yazar bu açıklamaya karşılık içinden şu sözün geldiğini söylüyor “bu ne kepazelik”. Benim içimden de “piçlere bak bir de utanmadan açıklama yapıyorlar” demek geldi. Günümüzde de bu tip olaylar oluyor ama çalışan her birey üniversiteyi kazanabiliyor. Çalışma şartları tartışıla bilir ama günümüzde apaçık bir ayrım yok. Şifre olaylarını falan saymazsak yok.
   “Otoriter bir rejim bundan böyle her yaptığınızı kocamıza, komşumuza yada emniyet müdürlüğüne yazılı olarak bildirmek ve bu belgeyi söz konusu kişiye imzalatmak zorunda olduğumuzu söyleseydi herkes “Faşizm geldi!” diye ayaklanırdı ama çocukların karnelerini ana babalarına göstermek zorunda olmaları kimseyi rahatsız etmiyor.” Bu kadın Türkiye'ye gelse ergenler omuzlarında karşılar. Kendinizden düşünün len! karneniz kötü gelince ne oluyordu? Gerçi günümüzde değişti ama ben eskilerden bahsediyorum.

   Yazar okulların toptan kaldırılmasını savunuyor; çünkü ona göre okul “devletin köle yetiştirme yeri ve ana babaları çalışırken onları gözetim altında tutan yer” yani okul ortadan kalkarsa karne gösterme sıkıntısı da kalkacak. Biraz mantıksız aslında.

   Eğitim sisteminin ne kadar yanlış işlediğini görememek elde değil. Her hükümette değişen eğitim sistemimiz var. Mesela; bir bakan kalkıp diyor ki “Biz devrim yaptık ve ilk okula SBS sistemini getirdik. Artık öğrenciler daha iyi eğitim alacaklar.” Daha sonra aynı bakan sanki bu sistemi o getirmemiş gibi “Biz devrim yaptık ve SBS yi kaldırdık çünkü bu sistem öğrencileri sıkıntıya sokuyor.” Bu ne lan! Kitapta zamanın bilim adamları günümüzde eğitim görse ve bir ayrım yapmak gerekseydi; "Tolstoy: Tembel ve yeteneksiz, Bethoven: Umutsuz, Darwin: Zekası ortalamanın altında, Einstein: Yavaş düşünüyor, olurdu." diyor. Yalan mı len?

   Yazarın katılmadığım anlayışından biride “çocuğun kendi haline bırakılması”. Aslında çocuğun kendi haline bırakılmasına karşı değilim. Hatta bunu çocuk için yararlı buluyorum ama yazar için “çocuğu kendi haline bırakılması” anlayışı daha farklı. Ben yazarın anlayışına katılmıyorum. Yazar kitapta “Çocukları kendi hallerine bırakırsak, zamanla hayvana dönüşürler yorumunu yapmak moda oldu bence bu eleştiri temelden yanlış.” diyor. Buna katılıyorum. Çocukları kendi hallerine bırakırsak hayvana dönüşmezler. Onları serbest bıraktığımızda “dur yapma, ona dokunma, otur, v.b.” diyen olmayacağı için özgürlüğün ne demek olduğunu anlayacaktır. Bu konuda yazarla aynı görüşteyiz. Yazar bundan sonra şunları ekliyor: “Kendi haline bırakmak dendiği zaman 'el değmemiş bir ormana bırakmak' anlaşılıyor. Oysa, söylenmek istenen bu değil. Ben 'kendi haline bırakmak' deyimini, 'fuhuşun', 'işverenlerin', 'karaborsacıların' yada 'diğer çocukların' insafına terk etmek anlamında kullanıyorum”. Fuhuşun mu? Siktir len! Çocuğu serbest bırakmak anlayışı bu mu? Fuhuşun ortasına bırakmak. Ormana bıraksaydık daha iyiydi. Çocuğu böyle bir ortamda büyütürsek, onun nasıl bir psikolojiye sahip olacağını tahmin edemiyorum. Böyle bir çocuğun ileride diğer çocuklardan çok farklı düşüneceği kesin(!).  Çocukları korumak gerektiğini düşünüyorum. Onları bu kadar rahat ve serbest bıraktığımızda çocuktan yararlanmak isteyen insanlar çıkabilir. Bence çocuğu kontrollü bir şekilde serbest bırakmalıyız. Yazarın dediği kadar değil. Bu anlayışına katılmıyorum ve bunu saçmalık olarak görüyorum.

   Yazarın bir görüşü var ama bu gürüşün yarısına katılıp yarısına katılmıyorum. Bunu kitapta şöyle açıklıyor: “Okul, çocuklara gardiyanlık yapan bir kurumdur” kabaca okulu tarif edersek okul aslında budur; çünkü biz çalışmaya giderken çocuklarımızı okula bırakıyoruz ve daha sonra iş çıkışı gidip çocuğumuzu alıyoruz. Yani bir yere emanet ediyoruz. Yazar, okul hapishane, öğretmenler gardiyan anlamını çıkartıyor, buna da katılmıyorum. Yazar devam ediyor: “Toplumsal iktisadi makinenin işlemesi için gerekli bilgileri ona öğretir, itaati aşılar, eler ve rolleri dağıtır.”. Bu düşüncesini örneklendirerek anlatmak daha iyi. Yazar “itaati aşılar” diyor yani biz okuldayken öğretmenlere müdüre itaat ediyoruz ve onlardan büyüklerimize ve üst düzey yöneticilere itaat etmeyi öğreniyoruz. “eler ve rolleri dağıtır” düşüncesine tam anlamıyla katılamıyorum çünkü okul bir çocuğa “sen zekisin doktor olacaksın” veya “sen zeki değilsin bu yüzden çöpçü olacaksın” demiyor. Bu tamamen kişiye kalmış bir şey (ama o zamana göre katılmak mümkün). Çok zeki olan birisi öğretmen olmakta isteye bilir buda okulun rol dağıtmadığını açıklar. Ama farklı bir açıdan da bakarsak okul bu şekilde de rol dağıttığının sonucuna da vara biliriz. Tamamen tartışmaya açık bir konudur. “eler” görüşüne gelirsek buna katılıyorum. Kişi eğer derslerine çalışmak istemezse, öğretmenine saygı göstermezse kötü not alır veya öğretmenine saygısızlıktan dolayı disiplin suçu işler. Bu şekilde doktor veya öğretmen gibi bir meslek seçemez (çünkü notları kötüdür) böylece elenir. “Toplumsal iktisadi makinenin işlemesi için gerekli bilgileri ona öğretir” buna da katılıyorum. Bir toplumun bir şekilde günlük hayatına devam etmesi için kişileri önceden bu hayatın nasıl işlediğini anlatan bir yer olması gerekir. Burası da okuldur ve burada gerekli bilgiler verilir. Bu görüşüne de katılıyorum.

   Aslında kitapta yazar “Zorunlu eğitime hayır!” diyerek farklı bir eğitim görüşü ortaya atıyor. Bence yazarın kitapta anlattığı da farklı bir eğitim yaklaşımıdır. Yani yazar eğitim zorunlu olmadan, özgürce ve sadece bir alanda (okulda) eğitim yapılmadan eğitim yapılmasını istiyor. Kısaca yazar formal eğitime karşı çıkıyor ve her eğitimin informal bir şekilde yapılmasını öneriyor. Çocuk isterse okumayı öğrenir isterse öğrenmez veya bir bilgiyi ister öğrenir ister öğrenmez tamamen onun özgürlüğüne kalmış bir durum.

   Ama bir çocuk mühendis olmak isterse bu nasıl informal bir eğitimden geçerek yapılır buda önemli problemlerden birisidir. Yazarın eğitim ile ilgili örüşlerinin bir kısmına katılmak mümkün, hatta bu önerilerini dikkate alıp günümüz eğitimine geçirebiliriz. Ama eğer yazarın istediği gibi bir eğitim olursa. Okumak istemeyen çocuklar okumayı öğrenmek istemez, okur-yazarlık düşer, toplum cahilleşir ve gerilemeye başlar. Bu durumdan faydalanmak isteyen kişiler çıkabilir(!). Zorunlu eğitim kaldırılamaz ama daha iyi bir zorunlu eğitim verilebilir. Kalın sağlıcakla...