23 Ağustos 2013 Cuma

İlk Uçma Deneyimi

Çoğumuzun küçüklükten beri hayalleri vardır. Bunlardan biride uçmak. Gerçi bu uçmak küçükken hiç bir alet veya araçla birlikte olmadan uçmaktır; ama biraz büyüyünce bunun hiç olamayacağını anlarız. En azından akla uygun bir uçakla falan uçmak daha mantıklı gelmeye başlar. Bende küçüklüğümden beri uçmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmişimdir. Bunu geçtiğimiz günler içerisinde boeing yedi yüz bilmem kaç model uçak ile tecrübe ettim ve hiç hoş değildi.

Bu zamana kadar izlediğim filmlerin hangisi bana büyük, kocaman ve harika uçak hayali kurmama katkı sağladıysa hepsine lanet gelsin; çünkü kendimi o kadar çok büyük ve harika bir uçağa girip ferah ferah uçmaya hazırladım ki anlatamam. Bu hayal, heyecanlı bir şekilde uçağa girerken hostesin "Hoş geldiniz." demesinin ardından sağa dönmemle sona erdi. İçimden şöyle dediğimi hatırlıyorum "Lan bu resmen tabut!" hemde ne tabut, 10 km yüksekliğe çıkabilen içine yaklaşık 150 kişi alabilen kanatlı bir tabut. Hemde parası ödenmiş.

Size nasıl tarif ederim bilmiyorum, sanırım şu uygun: Şehirler arası giden yolcu otobüslerinin yan yana 2 koltuğu olur ya, onun yanına bir tane daha ekleyin ve o koltuklar arasında dolaşabilen muavinin yolunu 5-6 parmak daha büyütün. İşte bindiğim boeing bilmem kaç öyleydi. Bir sonraki hayal kırıklığım yerime geçtikten sonra penceresine bakmamla gerçekleşti. Resmen 1 karış olan camdan dışarısını görebilmek bir mucize.

Yerimize oturduk ve artık uçağın kalkmasını bekliyoruz. İşte o arada yemek yerken kullanmaya yarayan, ön koltuğun arkasında bulunan açılabilen masanın üzerindeki acil durumda yapılması gerekenlerin yazılı olduğu şeyleri okumaya başladım. Yok uçak denize inerse şöyle, acil inişte böyle, türbülansta öyle gibi bilgiler yer alıyordu. Herhalde dedim "Bu uçak bir şekilde düşecek!" ve yapılması gerekenler bunlar. Tabut benzetmesinden sonra rahatlamayı beklerken birde bunu görünce iyice canımı sıkmaya başladı. Hani biri gelip "Belgrad'a otobüs seferlerimiz başlamıştır" dese inip onunla gideceğim.

Uçağa binmeye yarayan akordiyon tarzı şeyden ayrılıp kalkış için yol almaya başladı. Kalkış noktasına geldik. Rahatsız edecek derecede motorlarını çalıştırdıktan sonra pist üzerinde tahminimce 200-250 km hıza ulaştıktan sonra havalandı. Artık o çok merak ettiğim uçma eylemine başlamış oldum.

Bazen arabalar tümsekten geçerken bir his verir ya işte o hissi uçak gerekli yüksekliğe ulaşırken birçok kez yaşadım. Gerekli yüksekliğe gelip uçak düzeldikten sonra sevgili hosteslerimiz devreye girdi bu sefer. Tam da ben "İyi hadi tümsekten geçermiş gibi his veriyor, eğlenceli yahu!" derken. Bu sefer onlar anlatmaya başladı "Çıkışlarımız şuradan, oradan ve buradan. Acil durumda bilmem kaç numaralı koltukta seyahet eden yolculardan yardım istenecektir. Eğer kendilerini bu göreve uygun görmüyorlarsa lütfen yerlerinin değiştirilmesi konusunda bilgi versinler." haydaa! Ulan bu uçak uçacak mı düşecek mi biri net bir şey söylesin! Kamil Koç'ta giderken muavinler böyle şeyler yapmıyor! Karar verin artık!

Ön koltukta bulunan masanın arkasında yazılanlar hostesler tarafından gösterilmeye başlandı. "Hava basıncı düşerse yukarıdan maskeler düşecek. İlk önce çocuğunuza sonra kendinize." hadi be or'dan. Türk annesi öyle mi yapar? İlk önce çocuğuna sonra kendine. "Can yelekleri koltuklarınızın altında veya tavandadır. Acil durumda alıp uçaktan indikten sonra şişiriniz." yok yok bu uçak kesin suya falan düşecek. "Kenarlardaki ipleri çektiğinizde kendisi şişer, eğer şişmezse yan taraftaki borulardan üfleyerek şişirebilirsiniz." laflara bak ya! Resmen dandik can yeleği koymuşlar. Allah'tan yüzmeyi biliyoruz da...

Neyse ki bu gösteri bittikten 5-10 dk. sonra rahatlamayı başardım. Ta ki ilk türbülans dehşetini yaşayana kadar. Sanki uçak taşlı bir yolda ilerliyordu. Camdan kanatlara doğru baktım "Yok artık, resmen kağıt gibi oynuyor bunlar!" dedim. Kanat dediğin oynar mıymış canım? Filmlerde yoktu öyle bir sahne. Mis gibi süzülüp gidiyordu gökyüzünde. Hayret bir şey! Bu iş iyice canımı sıkmaya başlamıştı.

Bir kaç küçük çapta türbülans'tan sonra onada alıştım. Tek alışamadığım hala gök yüzünde olmak ve düşebilecek bir şeye kemer bağlamaktı. Neyse ki uçak yolculukları uzun sürmüyor. Tekerleklerin Nikola Tesla Havaalanı'na değmesiyle içim rahatladı. O zaman "Yok arkadaş insan oğlunun ayağı toprağa basacak" dedim. Dönüş yolculuğum bu kadar sıkıntılı olmadı ama işim düşmezse uçağa binmeyi düşünmüyorum. Kalın sağlıcakla...

22 Ağustos 2013 Perşembe

Sanmak

Ülkemizdeki klasik sorunlardan biridir aslında bir şeyleri birşey sanmak. Kendini mutlu sanarsın, karşındakini adam sanarsın, mesleğini seviyor sanarsın... Uzunca bir lisletin bir kaç maddesidir bunlar ve uza(aaaaaa)r gider. İşin en acı noktası da sandığın şeyin farkına vardığın noktadır. Sonra geriye bir bakarsın neye üzüleceğine şaşırırsın. Harcadığın zamandan tut parası, anası, danası derken son geldiğin nokta “Hay kafama sıçayım!” noktasıdır. Halbuki farkına varmadan önce her şey çok güzeldir ve o farkına varma evresini de geçince (Ben buna ‘Sanmak Kabuğu’nu kırmak diyorum) kendi kurduğun yalanın içerisinde iyi eğlendiğinin farkına vardığını görmüş olursun. Hadi biraz derinlere inelim.

Her şey küçükken oynadığımız lanet olası evcilik oyunu ile başladı aslında. Ortamdaki biri anne ve diğeri baba oldu. Baba da harbi baba yani, öyle iskele babası değil. İşi falan çok iyi. Zaten küçükken çoğumuz doktor, mühendis, pilot veya avukat olurduk. Sonra 90’ların dizisi Yılan Hikayesi ile buna birde polislik eklendi. İşte bu baba, işinde mutlu, aile hayatı harika olan baba... Anneye gelirsek ya baba gibi harika bir işi var ya da oyuncakların güzelliğinden dolayı ev hanımı veya babanın işi iyi olduğu için çalışmasına gerek yoktur zaten. Sonra ilkokula başlanır. Başlayınca bu listeye öğretmenlikte eklenir. Arada aykırı tipler de çıkar tabi. Bunlar astronot, otobüs şoförü falan olmak ister. Orta okula geçilince bu meslek listesi iyice kabarır. Lise sınavları, ergenlik, ilkokuldaki arkadaşlardan kopmak gibi değişkenler de ortama girince hayatın ilk tokadını yemiş olursun. Tabi orta okulda sevdiğin kız veya erkeği evlenilecek kişi sanmakta ayrı bir tokattır.

Bundan sonraki tokat lise sınavına hazırlanma aşamasıdır. Çocukken olmak istediğin mesleğe giden yolu kolay sandığından dolayı ve oyunlardaki gibi “Ben doktorum!” demek kadar kolay olmamasından da dolayı hayallerin yıkılır. Ortaokul öğretmenlerinin çoğunun da yanlış yönlendirmesi sonucu gittiğin liseyi bitirirsin. Tabi o arada da üniversite sınavının kolay olduğunu sanarsın. Sonra çevrendeki çok bilmişler seni iyi sandıkları bölümlere yönlendirmeye çalışırlar. Ya oralara gidersin ya da liseden sonra evlenmenin daha iyi olacağını sanıp evlenmeyi seçersin. Kısaca, ya evlenmeyi iyi sanmışsındır ya da istemediğin o üniversite bölümünü okumayı. Tabi bu ara her şey tıkırında giden insanlarda vardır. Onlardan bahsetmiyorum malesef. Belki başka  yazımda... 

Evlenmeyi evcilik oyunundaki gibi kolay sananlar hayatın gerçekleri ile karşılaştıklarında sıkı bir tokat yerler; çünkü evcilik oynarken kullandığı elektrik, su gibi giderler artık kendi cebinden çıkmaya başlamıştır. Sonra bu aile fertlerinin arasına çocukta ekleniverir. Asıl kıyametler o zaman kopmaya başlar. Artık çocuk gerçek bir çocuktur ve boş bir kaşıkta yemek varmış gibi hayallerle karnı doymaz. Sonra o çocuk dertleriyle birlikte büyür. Dertler de büyüyünce herkes gerçek bir hayatın içinde olduğunu iyice kavrar. Hiç kolay olmadığının da farkına varılır. Artık "Sanmak Kabuğu" tamamen kırılmıştır zaten. Çocuk için yaşanır artık, yenmez yedirilir, giyinilmez giydirilir. Bu hayatın içinde "Oh be" diyemeden çocuk büyür. Belki üniversite, belki evlilik. Eh bunlarda paradır tabi. Tam rahatladım derken yaşlandığını fark edersin. 

Birde bunun istenilmeyen üniversiteye gidip mutlu olacağını sanma versiyonu vardır. "Bir sene boyunca çalıştım hiç olmadı filanca bölümü okuyayım bari." diyen yığınla insan var. Bu tip konuları başka yazılarımda da ele almıştım. Başkalarını üzmemek için alınan bu karar üniversiteye gelindiğinde anlaşılır saçma olduğu; ama iş işten geçmiştir artık. Zar zor istemeden gelinen bölüm bitirilir, ite kaka bir işe girilir. Tam her şey yolunda derken başladığı işin sıkıcılığı ile karşılaşır; çünkü istemediği bir bölümün istemediği işini yapmaktadır. Bu arada belki evlilik olur. Çoluk çocuğa karışılır. Eğer işi iyi ise maddi açıdan iyi bir hayat sürdürülür. Tek bir farkla o da her iş günü olduğunda lanetler yağdırarak. Bu sinir bozukluğu bazen aile hayatına da yansır. Bunların tek nedeni de istemediği bölüme başkalarını mutlu etmek için gidip kendisinin de mutlu olacağını sanmasından kaynaklıdır.

Çok iç açıcı şeylerden bahsetmediğimin farkındayım; ama olası sonuçlar bunlar. Gelecek için önemli kararlar verirken yaptığın seçimler ile mutlu olacağını sanmak yerine yapılan seçimi ciddi anlamda ölçüp tartmak gerekiyor. Sanmak kabuğunu yanlış seçimlerle bile bile yaratmak yerine önceden her şeyi bir gözden geçirmek daha iyidir. Tabi ki insan gelecekte olan her şeyi göremez; ama en azından olabilecekler hakkında ufak önlemler alınabilir. Seçimlerinizi "sanma" doğrultusunda yapmamanız dileğiyle, kalın sağlıcakla...

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Türkiye Avrupa'dan Daha Özgür!

34 günümü Avrupa'nın farklı ülkelerinde geçirmiş biri olarak söylüyorum Türkiye Avrupa'dan daha özgür bir ülkedir. Türkiye'de yaşayanlar özgürlükler ile ilgili bir muhabbet açıldığında Avrupa'nın ne kadar özgürlükçü bir yer olduğu ile ilgili örnekler verirler. Çoğu Avrupayı görmemiş bile olsa bununla ilgili çıkarımlarda bulunur. Ya bir akrabası Avrupa'da yaşamıştır ve bir şeyler anlatmıştır ya da bir arkadaşının arkadaşı bir şeyler anlatmıştır kulaktan kulağa yayılan anılar başkalarıyla yapılan muhabbetlerde paylaşılır. Sonuçta Avrupa özgürlüklerin olduğu bir yerdir.

Size birinci ağızdan gördüklerimi anlatacağım. Öyle başkalarınınki gibi ikinci veya üçüncü ağızdan anlatılanları size aktarmayacağım. Bizzat benim gördüklerim. Mesela Avrupa'nın hangi noktasına giderseniz gidin yaya yolundan karşıya geçmek isterseniz arabalar durur ve size yol verir. Hatta tramvaylar bile yol verir. Çünkü yaya önceliği denilen kural uygulanır. Peki ya Türkiye de? Asıl Türkiye'deki özgürlüktür ve şoför size ister yol verir isterse vermez. Hatta yaya yolundan yaya geçerken korna öttürüp küfür etme özgürlüğü bile vardır. İşte size Türkiye'den mükemmel bir özgürlük örneği! Avrupa'da var mı böyle özgürlük? Tabi ki yok! Orada yayalara faşizan haklar verilmiş. Neymiş efendim, yaya üstünlüğü! Tramvayın bile yayaya yol verdiği yerden bahsediyorum efendi!! Eskişehir de tramvayın önüne atla bakalım ne oluyor? 

Trafik ile ilgili bir konuya değinmişken... Avrupa'daki sürücüler yağmurlu havalarda asfalttaki suyu yayalara sıçratmacılık oyununu oynayamıyorlar; çünkü böyle bir özgürlükleri yok. Eğer böyle bir şey yaparlarsa ceza kesiliyor. Zaten devlet yollardaki bütün çukurları kapatmış. Ne kadar acı bir şey. Ayrıca zavallı sürücüler park yeri bulamadıklarında kaldırımlara da park edemiyorlar. Yayalar kenarından geçiverseler ne olacak sanki! Ne kadar çok sürücü düşmanılar. 

Avrupa'daki otobüslere gelelim şimdi de... Her durakta, durakta yaya olsun olmasın durmak zorundalar. Türkiye de? İsterse durak tıklım tıklım olsun. Şoför eğer durakta durma özgürlüğünü kullanmak isterse seni duraktan alır. Yok eğer durmama özgürlüğünü kullanmak isterse sen durakta bir sonrakini beklemek zorundasın. Var mı bundan ötesi? İşte size halk otobüsleri şoförlerine tanınmış özgürlük örneği. Avrupa'da var mı? Yok!

Kişisel özgürlüklerde de Türkiye'nin bir adım önde olduğunu düşünüyorum. İnsanlar hangi yaşta olurlarsa olsunlar yanlarındaki eşlerini rahatlıkla öpebilirler. Kimse buna karışamaz. Aynı durum Türkiye'de yapılırsa "Efendi, efendi! Aile var aile!" diye bağırarak onların öpüşmelerini engellemeye veya rencide etmeye özgürlüğün vardır.

Bütün esnafın fiş kesme zorunluluğu var Avrupa'da. Ufacık bir sakız bile alsan fiş kesiyorlar. Vergi kaçırma özgürlükleri yok Türkiye'deki gibi. Bütün devletler çok faşistler bu konuda. Türkiye'deki esnaflar ne kadar özgürler! Fiş vermediğinde sen fiş istersen, sana küfür etme özgürlüğü bile var. Bundan iyisi Şam'da kayısı, hayret bir şey ya!

Peki ya televizyon yayınlarına ne demeli! Her program rahatça yayınlanıyor ve hiç bir hükümetin yayınlara sansür getirme özgürlüğü yok. Televizyonlar da içki reklamları boy gösteriyor. Hiç kimsenin de tek laf etmeye özgürlüğü yetmiyor. Kiliselerin etraflarında içki içilmesine ne demeli! Bu kadar özgürlüksüz bir şeyi anlatırken bile sinirlerim bozuluyor. 

Yemek sektörü de ayrı bir fiyasko. Nasıl olduğunu görmek için bir Türk dönercisine girdim. Türk Dönercisini seçme nedenim de karşılaştırma yapmak için. Döner istedik ve kısa süre içerisinde geldi. İçinde bol bol et ve soğanı domatesi falan çok az, ekmeği de kapatamıyorsun ayrıca. Adam resmen döner arası ekmek yapmış. Bu duruma karşı "Böyle şey mi olur yahu!" demeden edemiyor insan. Döner dediğin bol domatesli, bol soğanlı olur. İçinde de azıcık et. Onuda ara ki bulasın. Nerede bizim özgürlükçü ve içine istediği kadar malzeme koyan yemek sektörü. Böyle giderse Avrupa'daki bütün dönerciler ve az malzeme kullanma özgürlüğü olmayan bütün yemek sektörü batar. Al sana Türkiye'den apayrı bir özgürlük.

Avrupa'da hayvan özgürlüğü de yok! Bütün hayvanlar barınaklarda ve girdiğim pet shopların hiç birinde köpek falan satılmıyor. Tahminimce barınaklardan hayvan ediniliyor. Türkiye'deki gibi hayvanlar rahatça sokaklarda dolaşamıyor. Ne kadar acı bir tablo! Nerede hayvan hakları ve özgürlükleri! Bırakacaksın istedikleri gibi dolaşacaklar sokaklarda. İstedikleri insana saldırabilecekler Türkiye'deki gibi... Zavallı dostlarımız Avrupa'da heba ediliyor!

İşte böyle sevgili dostlar. Biz bu kadar özgürlükçü bir ülkeyken tabi ki bizi Avrupa Birliği'ne almazlar. Bizim özgürlüklerimiz onlara fazla gelir. Gözünü sevdiğimin özgür Türkiye'si! Sen mi özgürsün Avrupa mı? Kalın sağlıcakla...