22 Aralık 2012 Cumartesi

Çok Gezen mi? Çok Okuyan mı?

Uzun zaman sonra tekrar merhabalar. Sevgili öğretmenlerimizin boş derslerinde zavallı çocukların mantıklarını allak bullak ettiği sorudur. Bu durumun uygulanmasının nedeni dersi boş geçirmek yerine sınıfın düşünmesini sağlayarak bir münazara ortamı yaratıp öğrencilerin hem eğlenmesini sağlamak hemde dersin boş geçmesini önlemek; ancak sorudan da anlaşılacağı gibi sınıfın ikiye ayrılması gerekmekte. Bu durumda sınıfın büyük bir kısmı çok gezeni, küçük bir kısmı ise çok okuyanı tercih eder. Hiç bir zaman "İkisi de" diyemezsin; çünkü soru "Çok okuyan mı? Çok gezen mi? yoksa ikisini de yapan mı daha çok bilir?" diye sorulduğunda herkes "ikisini de yapan" diyerek sorunun cevabını vereceği için bu etkinlik saniyeler içerisinde biter. Saniyeler içerisinde bitmemesi için ve bir ders saati sürmesi için iki taraf oluşacak şekilde soru kısaltılır.

Bu soru sorulduğunda sınıfın orantısız bir şekilde ikiye ayrılması bile büyük bir tez konusudur; çünkü çok gezen daha iyi bilir tarafı, çok gezmemesine ve okul hayatları boyunca sadece okuyarak bir şeyler öğrenmelerine rağmen bu tarafı seçerler. Tabii aralarında ailesinin durumunun iyi olduğundan dolayı çok gezen bebelerde vardır; ancak bu durumu orta halli klasik devlet okulunda ve günümüz şartlarında genelleyemeyiz. İki üç tane durumu iyi olan ya çıkar ya çıkmaz. Asıl soru bu elemanlar bir şeyleri sürekli okuyarak öğrenmelerine ve hatta ezberci bir eğitimden geçmelerine rağmen neden gezen tarafı seçtikleri?

Bu cevap aslında soruda gizli. Şöyle ki çocukların çoğu, bu soru ile tartışmaları gerektiği konuyu değil, ne yapmak istediklerinin cevaplarını vermektedirler. Onların algıladıkları soru şu "Çok gezerek mi öğrenmek istersiniz? Çok okuyarak mı?". Gerçekten soruyu tartışmaları gereken bir konu olarak anlayanlar çok okuyan tarafı seçerler. Tahmini olarak söylüyorum, çok okuyanlar tarafını seçenlerin %90'ı soruyu anlamış çok gezenler tarafını seçenlerin ise %85-90'ı soruyu anlamamış ve asıl istediği eğitim modelini seçtiğini düşünmekteyim.

Çok okuyan tarafını seçen grup ister istemez realist gruptur aslında; çünkü o grubu seçenler ailelerinin "Çok oku iyi yerlere gel ve çok para kazan" nasihatlerinden yola çıkarak o tarafı seçmişlerdir. Şöyle düşünürler "Çok okuyup iyi bir iş sahibi olmadan nasıl gezilir?" günümüz hayat koşullarında mantıklıdır da aslında... Onların düşüncelerine göre para olmadan evin önünden şehir merkezine bile gidilemez. Yani gezmek için para lazım, para için de çok okumak lazım.

Neyse konumuza dönelim. Bu iki taraf ders içerisinde tartıştıkları konunun sonucuna ulaşamazlar haliyle. Bu seferde iki grup hayat tecrübelerini paylaşırlar. Mesela çok gezen tarafta olan biri hayvanat bahçesinde zürafanın dışkısının ne kadar büyük olduğunu gördüğünü ve bunun asla kitaplarda yazmayacağını söyler. Bunun üzerine karşı gruptan biri bunun kitaplarda bulunabileceğini; ancak gereksiz bir bilgi olduğu için zor bulunabileceğini söyler ve ekler "Dışkılara çok meraklıysan lağımcı olabilirsin" der. Buradan da olay sözlü sataşmalı bir kavgaya döner.

Sonuç olarak ders biter ve öğretmen hiç bir şeyi açıklığa kavuşturmaz. Tenefüste de kavga falan çıkar boktan yere sınıfın huzuru kaçar. Neymiş efendim çok gezenmiymiş çok okuyanmıymış. En azından sınıfın öğretmeni "Arkadaşlar ikisini de yapan en iyi bilir. Mesela Japonlar ilk önce ziyaret edecekleri yer hakkında kitaplar okur sonra da orayı ziyarete giderler. Ben sizin bu konu hakkında ne düşündüğünüzü öğrenmek istedim iki gruba da teşekkür ederim" demelidir ki "Dışkılara meraklıysan lağımcı olabilirsin" diyen ben, sınıfın en güçlü çocuğu tarafından sopa yemesin. Kalın sağlıcakla...

1 Aralık 2012 Cumartesi

Nasıl Mutsuz Olunur?

Başlıktan yola çıkıp vücudunuzdaki fizyolojik tepkimeleri merak ettiğinizden dolayı bu yazıyı okumaya başladıysanız hiç boşuna uğraşmayın o tip bilgiler yok. Bundan yaklaşık bilmem kaç gün önce (Ne zaman olduğunu bilmiyorum) rastgele bir radyo programında ilginç bir cümle duydum. Şöyle diyor radyo spikeri "Son baharda insanlar çok mutsuz oluyor. Bulutlu hava, sararan yapraklar, çamurlaşmış yerler ve soğuk hava. Bunlar insanları depresyona sürüklüyor." resmen içimden güzel bir "Siktir" çektim. Len ne narin olmuş bu insanlar. Sanki analarının karnından ipek çarşaflarla tertemiz çıkıp, altından beşiklere koyulmuşlar.

Eğer sizde bunun gibi düşüncelerle depresyona girmeyi başarabiliyorsanız şimdi bırakın bu yazıyı okumayı, evet evet bırakın şimdi boşverin nasıl mutsuz olunur adlı yazıyı okumayı, açın camı ve şöyle güzel bir nefes alın. Şimdide "Ne boktan bir hava be! Hem soğuk hemde soba kokusu var!" dedikten sonra rüzgarın akışı ile birlikte kendinizi zemine doğru bırakın. Bakın gerçekten, ciddi söylüyorum her şey çok güzel olacak. Mesela biz normal insanlar olarak bir gerizekalıdan daha kurtulacağız. Bu senin için küçük ve tüm insanlar için büyük bir adım. Olsun, en azından bizim için büyük bir adım hiç olmazsa bununla yetin. Gerçi sonbahardan dolayı hayattan nefret edip depresyona girebiliyorsan bundan da mutlu olamazsın da neyse.

Bana bak şaka yaptım ha, inşallah atlamamışsındır. Sonra polis bilgisayarından son okuduğun yazı ile alakalı ölümünden  beni de sorumlu tutar Allah korusun. Bloğuna yazı yazdı diye hapislerde çürümek istemem. Neyse sağa sola sapmadan konuma devam etmek istiyorum. Nerede kalmıştık? Dünyanın yüzyıllarca süren mevsimlerinin bir grup aptal insan tarafından garip karşılanıp, fizyolojik hormonlar üreterek tepki göstermesinde. Sizin hakkınızda son yazdığım cümle bile beni zorladı, siz nasıl kendinizi depresyona sokuyorsunuz merak ediyorum. Bu arada böyle saçma düşüncelerden dolayı bana yazı yazmama sebep olan, o depresyon sahibi kişilere teşekkür ediyorum; çünkü vize sınavlarından yeni çıktım ve yazı yazacak konu arıyordum, iyi oldu.

Yazmak istediğim asıl yere dönersek, biz insanlar olarak başkalarının bize "Keşke onun yerinde olsam" dediği bir yerde bulunuyoruz ve olduğumuz yerden dolayı mutlu olmak yerine abuk subuk bahanelerle mutsuz olmayı tercih ediyoruz. İşin en ilginç tarafı da uzmanlar bununla ilgilenerek, bunun olağan bir şeymiş de, herşeyin normal olduğunun ancak bizim farklı düşündüğümüzü anlatmaya çalışmaları. Hiç bir anlam veremiyorum açıkçası. Resmen insanlar nasıl mutsuz olsam diye bakıyor. Ne alakası var demeyin, her hangi bir belgesel açın oradaki hayvanlar "Neden sonbahar geldi? Neden her yer çamur? Neden gökyüzü bulutlu?" diyen hayvan var mı? Yada bunu belli edecek bir hareketi? Evet, evet ne alakası var?

Binlerce yıl önce oluşan mevsimlere kafa tutarak mutsuz oluyoruz. Sonra da diyoruz ki "Depresyon" vikipediden aynısını alıyorum.

Ben: Depresyon nedir viki?

Vikipedi: Depresyon "Kişinin sosyal işlevlerini ve günlük yaşama dair etkinliklerini rahatsız edecek, bozacak dereceye ulaşmış üzüntü, melankoli veya keder durumudur. Kişinin duyguları, düşünceleri, bilişsel işlevleri, davranışları ve bedeninin bazı işlevlerinde değişiklikler meydana getirir. Depresyonda sözcüğü çoğunlukla hayal kırıklığına uğramış, sinirli ya da benzer olumsuz duygulara işaret eden terimlerin yerine kullanılır."

Ben: Teşekkürler viki sağolasın.

İnsan bu tanımı duyduktan sonra -yukarıda altını çizdim- biz hangi durumdan ötürü depresyona giriyoruz demeden edemiyor. Şöyle bir baktığımızda yüz yıllarca süregelen bir iklimden rahatsız olup fizyolojik olarak depresyon dediğimiz bir rahatsızlık ile tepki gösteriyoruz. Bu süregelen bir olayın ne tarafında hayallerimiz yıkılıyor? Ya da mevsimin neresine sinirleniyoruz? Of be vallaha zor iş!

Mutlu olmak ile mutsuz olmak arasında çok ince bir çizginin olduğunu düşünüyorum. Yine mi pazartesi demek ile yine pazartesi demek arasında çok fark var. Her gün bize ayrı sürprizler hazırlıyor gibi klasik cümleler söylemek istemiyorum; ama gerçekten öyle...

Bilim adamları der ya "İnsan düşünebilen bir hayvandır" diye, kısmen katılıyor olsamda, düşünebiliyoruz diye bokunu çıkarmamamız gerektiğini düşünüyorum. Ne de olsa düşünebilen bir varlığım. Kalın sağlıcakla.

18 Kasım 2012 Pazar

Genellemenin Sonu

Küçük bir örnek ile genellemeyi anlattıktan sonra asıl hikayeye geçeceğim. Nedir genelleme? Küçük bir çocuk aşı yapılmak üzere doktora götürülür. Doktorun üzerinde de beyaz bir önlük vardır. Çocuk bu önlüğü görür. Sonra beyaz önlüklü doktor çocuğa aşı yapar ve çocuğunda canı yanar. Bir kaç gün sonra annesi ile kasaba giden çocuk anlamsız bir şekilde, ortada hiç bir şey yokken ağlamaya başlar. Annesi "Allah Allah ne oldu şimdi durduk yere?" derken beyaz önlüklü kasap çocuğun yanına gelir "Ah canım benim ne tatlı şeysin sen." derken ağlama zirveye ulaşır. Çocuk burada şöyle düşünür "Beyaz önlüklü herkes benim canımı acıtır." ağlama nedeni de budur. Daha sonraki kasaba gidişlerinde, kasabın canını acıtmadığını gören çocuk ayrımı yapar. Bir daha da kasapta ağlamaz.

Yukarıdaki örnek basit olsa da bazı genellemeler vardır ki kolay kolay geçmez ve her aynı olay gerçekleştiğinde kişi aynı tepkileri verir (Klasik koşullanma ile alakalı olsa da genellemeye de uyar). Kolay kolay geçmeyen genellemeye örnek olarakta 19 Ağustos depremindeki yaşananları verebiliriz. Depremzede biri, depremden önce elektriklerin kesildiğini ve hemen sonra depremin olduğunu anlatmaktadır ve depremzede her elektrikler kesildiğinde sonradan deprem olacakmış gibi korkar.

Genellemeyi anlattıktan sonra gelelim benim hikayeme. Dördüncü sınıfın yazında ailem beni Kuran kursuna gönderme kararı alıp, hatim etmemi istedi. O zamanlarda kendi kararlarımı kendim veremeyecek bir birey olarak kuran kursuna başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse diğer arkadaşlarım denize gidip yazın tadını çıkarırken benim her gün kursa gitmem canımı sıkıyordu. Neyse, o senenin yazında elif ba yı geçip Kurana başlayamadım. Hatim etmemde kararlı olan ailem beni ikinci (Beşinci sınıfın yazı) yazda kursa gönderme kararı aldı. Benden sonra gelen adamlar kurana geçerken, bir türlü elif ba yı sökemiyordum. Ben gene Kuran'a geçemedim ve cami hocası yanıma gelip şöyle dedi "Oğlum istersen seneye gelme." bu sözü yeni yeni çözüyorum. Aslında hoca bana "Oğlum sen geri zekalısın, iki yıldır geliyorsun ama öğrenemedin. Seneye de gelip benim canımı sıkma." demek istedi.

Sonra ben kendi kendime şu kararı aldım "Ben yeni bir dil öğrenemiyorum". Dördüncü ve beşinci sınıfta İngilizcem 5'ken altıncı sınıfa geçtiğimde aldığım karar doğrultusunda 2'ye düştü. Aradan zaman geçti ve ben bir bilgi daha öğrendim. Bu bilgi "Farklı bir dil öğrenmek matematik zekasıyla ilgilidir ve matematiği iyi olmayan birinin dil yeteneğide zayıftır" ile ilgiliydi. Bu sefer ne oldu yedinci sınıfta matematik, ingilizce ve matematikle ilgili olan derslerim 1 geldi ve ben 5 zayıfla öğretmenler kurulu ile sekizinci sınıfa geçtim. Ailedeki durumu düşünün artık nasıl.

Bu yaptığım geri zekalıca genelleme üniversiteye hazırlanmaya başlamaya kadar devam etti. Dershanede girdiğim deneme sınavlarında matematik netlerim 5 ve 6 arasında gezinirken kimya ve fizik netlerim neredeyse  fulle yakındı. Hocalarda haklı olarak "Oğlum sen ne biçim adamsın? Matematik netlerin çok kötü ama fizik ve kimyayı fullüyorsun" demeye başladılar. Böyle bir durumdan dolayı ilk senemde üniversiteyi kazanamadım. İkinci senemde ise matematiği yaptım ve üniversiteye girmeyi başardım. Şimdilerde ise İngilizce öğrenmede emin adımlarla ilerliyorum. Hiç bir sorun yok. Yaklaşık 10 senedir sürdürdüğüm genelleme üniversiteyi kazanmamla sona erdi. Boşu boşuna 1 yılım göte geldi. Neyse gerçi buna da şükür hala genelleme sahibi bir kişi olarak hayatımı bok etmiş bir birey de olabilirdim.

Tabu dediğimiz olayda bununla ilgilidir. Adam kazandığı maçın, giydiği formayla yada kıyafetle alakalı olduğunu düşünür. Diğer maçta da bunu giyip eğer o maçta kazanılırsa al sana tabu oluşumu.

Bu arada dil yeteneği diye bir şeyin olmadığını düşünüyorum; çünkü bazı insanların dil yeteneği olmasaydı şu anda konuştukları dili de öğrenemezdi kanısındayım. Genellemelerinizi yıkmanız dileğiyle kalın sağlıcakla.

16 Kasım 2012 Cuma

Küçük Bir Hobi Ol'caktı...

Her şey üniversiteyi kazandığımda evimde evcil bir hayvan besleme hayalimle başladı. Bu da üniversite sınavına hazırlanırken, gece yattığımda müzik dinlerken kurduğum hayallere dayanıyor. Biraz daha gerilere gidersek küçüklükten gelen hayvan sevgisi. Şimdilerde balık bakmaktan şikayet eden ben, zamanında evde kurbağa bile beslemeye çalışarak aile fertlerimin canını sıkmayı başarmıştım. Sadece kurbağa değil bunun haricinde civciv, karınca, hamster, kuş, balık ve bir zamanlar sokakta beslediğim kediyi de ekleyebiliriz. Bu yazıyı yazma amacım ise akvaryum hobisi (veya siz ne diyorsanız) ile ilgili bir isteği olanların kafasında bir şeyler oluşturmak.

Gelelim benim akvaryum hikayeme. Bir ile iki ay aralıklı periyotlarla gelen "Evde hayvan bakmalıyım!" krizim gene tutmuştu. Gene başladım kendimle konuşmaya: "Köpek almalıyım, hayır, hayır olmaz. Ben okuldayken evde havlar falan, yok yok. O zaman kedi; ama o da olmaz, gene "Evde yokken ne olur?" sıkıntısı var. Ayrıca memlekete nasıl götüreceğiz? Kuş? olmaz memlekete götürülmez! Kaplumbağa? Olmaz. Hamster? Tavşan? Hiç biri olmaz." diye kendi kendimle konuşurken aklıma balık bakma fikri geldi. Memlekete nasıl götüreceksin diye kendime sorduğum soruyu da "Lan japon balığı alırım, nasıl olsa dayanıklı hayvan, koyarım kavanoza getiririm bee!" çözümü ile sonuçlandırdım. Ancak bu sefer tutan krizim de kötü olan yer cebimde param olmasıydı. İşte o parayla bir akvaryum için gerekli bütün malzemeleri almaya başladım. Akvaryum 40TL, filtre 30TL, ısıtıcı 20TL, termostat 10TL, ilaç 5TL, süsü püsü 20TL, balıklar 20TL, yem 20TL. Toplam 165TL ile her şey tamamlandı. Balık ve yem hariç bütün her şeyi memleketimdeki dükkanlardan ve internet sitesinden yaptığım siparişler ile aldım. Yazın ailemle Ankara'ya gezme amaçlı gelirken onları da getireceğim. Bunların hepsi olurken bir gün memleketimdeki çok sevdiğim karşı komşumuz kahve içmeye bize geldi. Akvaryumu görünce "Ne yapacaksın bunu?" diye soru sordu bende "Ankara'ya götürüp balık bakıcam" diyerek cevapladım. O da bana şimdilerde "Haklıymış" dediğim bir cevap verdi: "Sende de hiç akıl yokmuş be yavrum" tabi o zaman gülüp geçmiştim.

Her neyse akvaryumu getirdim kurulumunu yaptım sıra geldi balıkları almaya. Burada yaptığım en büyük hata, balıkları zengin kesimin yaşadığı rezidansların bulunduğu bir petshoptan almaya karar vermem (Neyime güvendiysem). O petshopa gittim, içeride beni pezevenk kılıklı bir adam karşıladı. Dedim "Balık alacağım", "Tabiki buyurun balıklar şu tarafta" dedi. Fazla ilgilenmesinden işkillendiydim ki zaten bu fazla uzun sürmedi, balık fiyatlarını görünce "boka bastık" dedim; ama artık çok geçti. Adamın pazarlama yeteneği o kadar iyidi ki itiraz edebildiğim tek nokta "O balık olmasın" dedim. Ve bana başka balığı satmayı başardı. Petshopun içerisinde nereye kafamı çevirsem "İşte oda bu işe yarıyor vıdı vıdı vızı vızı..." tanıtımlarıyla karşılaşmaya başladım ve artık bir yerlere bakmaya korkar hale geldim. Her neyse geldik kasaya, tanesini 4 TL'den 4 tane japon ve bir tanede 8 TL'ye vatos aldım (En ucuz balıklar). Son hatamı da "Yeminiz var mı?" sorusuna "Yok" cevabı vermemle gerçekleşti. Bana bakarak "O zaman o yemi alırsan şöyle olur, bu yemi alırsan şöyle olur, yok böyle yaparsan akşam sabah, şöyle yaparsan sabah akşam" diye rap yapıp "En iyisi bu" diyerek gözümün önüne 20 TL'lik yemi iriştirdi. İnanır mısınız hiç bir bok diyemedim ve onu da sattı bana. Sonuç: 44TL daha masraf.

Eve geldik balıklar akvaryuma koyuldu her şey yolunda. Ertesi gün herif hastalıklısını mı vermiş ne yapmış bilinmez, vatosu ölü buldum. Bu sefer bana en yakın petshopa gittim bir vatos ve bir çöpçü aldım. İkisi toplamda 5 TL tuttu. Yeni misafirleri de akvaryuma koydum.

Herşey çok güzeldi oturup onları izliyordum, rahatlıyordum. Çok hoşuma gittiler. Hani başında anlatmıştım ya kavonoza koyar memlekete götürürüm diye. Ben bu yaratıklara duygusal olarak bağlanınca kavonoza koyup götürmek hiç etik gelmedi ve dedim ben en iyisi otomatik yemleme makinesi alayım. Ona da 40 TL vererek mevcutta bulunan sorunları bitirdim.

Aslında bitirdiğimi sanmışım. Aldığım japonlardan biri kuyruk erimesi hastalığına yakalandı. Hastalığı tedavi etmek için 10 TL'ye ilaç 10 TL'ye de ayrı bir küçük akvaryum aldım. Gel gelelim tedaviye, hiç bir boka yaramadı ve öldü. Geriye kaldı 3 balık.

Bayram geldi memlekete gitmeye hazırlandım. Bu arada otomatik yemleme makinesini de ayarladıktan sonra 10 günlük tatile gittim. Geri döndüğümde bir japon balığı daha hastalanmış (Hastalığının ne olduğunu bile bulamadım) ve vatos ölmüş onuda yemişler (Kemiklerden anladım). Hasta olan balığı ayrı akvaryuma alıp petshoptan aldığım tuz ile tedaviye başladım. 5 gün sonra oda öldü. Sonra aklıma memleketimde kardeşimin küçük bir fanusta baktığı iki japon balığı geldi. O iki balık göt kadar yerdeler ve hiç bir hastalıkları yok (Maşallah) ama bizim bu piçler her türlü araç gerecin içinde hasta olmayı başarıp ölüyorlar. Gelde isyan etme kardeşim!

Bu arada yaptığım araştırmaya göre tek çeşit yem ile beslemek sakıncalıymış bu yüzden 10 TL vererek farklı yem daha aldım.

Sonuç olarak 2 balık 1 çöpçü ve sonradan aldığım elma salyangozu kaldı. Artık hiç ilgilenmiyorum sadece yem veriyorum inanır mısınız hepsi çok sağlıklı ve mutlular. Hiç bir sağlık sorunu yok. İlgilendiğimde bu kadar değildi o derece. Küçük bir hobi olacaktı diye başladığım bu macera 270 TL civarında para harcamayla devam ediyor. Umarım daha fazla para harcama durumu oluşmaz. Hiç tavsiye etmiyorum. Eğer param var harcayacak yer arıyorum diyorsanız ve hayvanla ilgili bir şeye harcamak istiyorsanız gidin bir hayvan barınağına mama bağışında bulunun. Kalın sağlıcakla.

26 Ekim 2012 Cuma

Hayatın İçine Etmek

Başlığı koyarken ufak bir zorlanma yaşadım; çünkü cümleye "Hayatın içine..." diye başlayınca insanın sonuna "sıçmak" kelimesini kondurası geliyor. Sonra kedi kendime "Yazının başlığına sıçmak diye bir şey yazmalı mıyım?" diye soru sordum "dikkat çeker, komik olur, ilginç olur..." diye yanıtlar aldım; ancak google'ın arama motoruna "Sıçamıyorum" gibi bir şey yazıldığında benim bloğun çıkmasını istemiyorum, bu yüzden "Etmek" kelimesiyle değiştirdim. Başlıkları koymada böyle sıkıntı yaşarken, geçtiğimiz günlerde "kendi anası ile yatak hikayeleri" yazıp benim bloğu bulan arkadaşı tebrik ediyorum. Saçma yerlerde benim blog çıkmasın diye uğraşırken böyle uzun bir anahtar kelime yazıp burayı bulması büyük başarı. Bir gün karşılaşırsak elini sıkmayı düşünüyorum.

Konuya giremeden böyle bir durumdan muzdarip olduğumu belirterek, yazmak istediğim konuya başlamak istiyorum. Türkiye de yaşamak zaten hayatta kalma çabası içerisinde olmak demek. Aslında bu memlekette yaşayarak hayatın içine etmeyi kendiliğinden yaptırtabiliriz. Sizin tek yapmanız gereken halk otobüsüne binmek. İşte o otobüse binerek hayatınızın içine etme biletine sahip olabilirsiniz. Olay çok basit: İki adet aynı hatta çalışan kendini bilmez şoför otobanda yarışa tutuşurlar, sonra kaza olur, şanslı iseniz veya Allahın sevgili kulu olmak diye tabir edilen durumda olmayı başarabildiyseniz ya oracıkta ölürsünüz ya da ufak sıyırıklarla kazayı atlatırsınız. Aksi takdirde kısa çöpü çektiniz demektir.

Senenin ilk dersine giren hocanın kurduğu ilk cümle şu oldu: "Ben burada tesadüfen yaşıyorum" ilk başta derste dikkat çekmek için yaptığını düşündüm; ancak başından geçenleri bir anlattı, tesadüf kelimesi bile zayıf kaldığını anladım. Başından geçenleri aklımda kaldığınca anlatıyorum: Sağcılığın ve solculuğun aşırı yaşandığı dönemde rahmetli Ecevit televizyona çıkıp "Terörü bitirdik" açıklaması yapıyor. O açıklamayı yaptıktan sonra bizim hoca da "Nah bitirdin, birazdan bombalar patlar" cümlesini kuruyor. İşte o aralar sokağın bir yerinde patlama oluyor. Bizim hoca da bakmak için balkona çıkıyor. Ortalığa bakınırken orada film kopuyor ve gözlerini hastanede açıyor. "Ne oldu bana?" gibi sorular sorarken, meğersem diğer bombada bunların balkonda patlamış. Adam hastaneye kaldırılmış, bağırsaklarının bilmem kaçı kesilmiş, iyileşmiş falan... Daha sonra bir müddet işsiz kalmış. Özel üniversitede çalışmış. Emeklilik isteyince ikramiyesi verilmemiş ve üniversite ile mahkemelik olmuşlar. Aradan 8 yıl geçmiş mahkeme bunun haklı olduğuna karar vermiş, hakkı verilmiş anladığım kadarıyla. Yaş olmuş 50-60 arası bir şey, yeni yeni düzene oturmuş bir hayatı var. O da gördüğüm kadarıyla. Sonuç ne? Bildiğin birileri bu adamın hayatının içine resmen sıçmış. Yaşanan yer? Türkiye. Bitmiştir.

Son iki örnek başkaları tarafından, yaşamlara edilen müdahaleler sonucu ortaya çıkan boktan durumlarla ilgiliydi. Birde kendi kendimize yaptığımız şeyler var. Ben buna "Kişinin kendine koyduğu çember" olarak tanımlıyorum. Bu çemberi anlatmadan önce Elif Şafak'ın çember ile ilgili TED'te anlattığı hikayeyi de ele almadan da önce, bir şey anlatayım. Ben bu bayana mail attım. Dedim yazınızı bloğum da yayınlamak istiyorum izin verir misiniz tarzında. Hiç beklemiyordum ve sonuçtan çok umutsuzdum. O umutsuzluğum doğru çıktı ve cevap mevap gelmedi. Şu an itibariyle bundan sonra yazdığım kalın ve italik olan yer bana ait bir düşünce değildir. Elif Şafak'ın sitesinde bir yerde bulabilirsiniz. Ne diyor bu bayan çember ile ilgili hikayede?:

... ama bir de geometrik bir şekil kullanacağım: çember. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız. Fransa Strasbourg´da Türk bir anne babanın çocukları olarak doğdum. Kısa süre sonra ebeveynlerim boşandılar, ve ben de annemle beraber Türkiye´ye döndüm. O günden sonra, bir dul annenin yetiştirdiği tek çocuk olarak büyüdüm. 1970´li yılların Ankara´sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu geniş ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise gene beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı def etmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi. Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi. Bu, ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten biri oldu. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. ...


Son noktaya dikkat lütfen! Ne diyor? "... bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. ..." işte o kalın duvarları biz beynimizde koyuyoruz. Küçüklükten itibaren çocuk "Ben matematiği yapamıyorum!" diye milyon defa söylüyor ve gerçekten de yapamıyor. Çünkü matematiği yapabilme inancının etrafı kalın duvarlarla çevrili eğer o duvarı yıkarsa matematiği yapar.

Bir insanın ruhunu çembere almak, cümlesini anlamlandırmak zor değil bu çember bir anne olarak siz de olabilirsiniz, bir ders olarak kişinin kendisi de olabilir, koskocaman küresel bir ideoloji de olabilir. Önemli olan çembere almak. Bundan sonra kalınlık ta önemli değil. Sonuç olarak her yerimizin kapalı olduğu bir yerdeyiz, ne önemi var kalınlığın? O duvarı yıkmaya yeltenmedikten sonra?

Bir gün kendinize koyduğunuz çemberin dışına çıkmayı başarırsanız o zaman kendi hayatınızın, nasıl içine ettiğinizi görürsünüz. Bir çemberi koymak için "ben bunu yapamam" demek yeterlidir. Bunun sayesinde hayatımızın içine edecek büyüklükteki bir çemberi hayatımızın içine sokmuş oluruz. O çemberleri yıkmanız dileğiyle kalın sağlıcakla.

23 Ekim 2012 Salı

Bir Gün Olacak!

Neden geri kalmış bir ülkeyiz gibi açılan konularda verdiğim ilk cevap "Eğitim sistemi kötü de ondan" oluyor. Bu sefer de "Aman be sende her şeyi eğitime bağlıyorsun" cevabı alıyorum. Tamam kardeşim başka şeylere bağlayayım da ben bunun üzerine bölüm okuyorum ne yapayım? Kalkıp sanayisel sorunlara bağlayacak halim yok. Bağlasam da sadece bağlamakla kalırım bununla ilgili soru sorulduğunda cevabını veremem zaten.

Her neyse konuyu geri kalmışlığa çözümden çok nedenlerini anlatmak istiyorum. Çevrenizdeki insanların yaptıkları mesleklere bakın, sonra bu mesleğin görevlerine bakın. Birde bu insanın yerine getir(me)diği görevlere bakın. Arada çok fark göreceksiniz. Kimse yerine getirmesi gerektiği görevleri yerine getirmez ve bunu da sebebi bilinmez olarak tabir ederler. İşte buradaki sebep eğitimdir. Bu eğitimin verildiği yerde, görev ve sorumlulukların önemi anlatılmaz ya da anlatılsa bile müfredatta olduğu için anlatılır. Hadi onun da en iyi şekilde anlatıldığını var sayalım. Bu seferde insanlar yapmak istemediği işlere yöneldiği için görevlerini tam layığı ile yapmadığını görürüz. Bunun nedeni de sınav sistemleri. Sen kalk 12 yılın  hesabını bilmem kaç dakikalık sınavda sor ve ona göre eğitimini devam ettirme fırsatı ver. Olur mu? Olmaz tabi...

En taze olayı geçen gün bayram tatili için memlekete dönerken yaşadım. Otogara giderken kaldırımın üzerinde iki tane taksi ve yaklaşık 50-60 metre ötede polis arabası. Ben zaten uzun bir yol katederek o kocaman bavulu çeke çeke otogara getirmişim birde benim hakkım olan yola iki tane piç park etmiş. Yaklaşık 40-50 kilo olan bavulu kaldırımdan indirip sonra tekrar o bavulu kaldırıma çıkartmak zorunda kaldım. Bunu yapmadan önce de 1.5 km yol yürüdüm. Tamam belki çok büyük bir iş yapmamış olabilirim; ama iki araba yüzünden kaldırımdan inmek sinirlendirdi ve ilerideki polis arabasını görünce daha da sinirlenmeme, bunun devamında omuz ağrısına neden oldu.

Aslında burada olması gereken ne? Sen kaldırıma park etmiş iki aracı polise şikayet edersin, sonra polis gelip bu arabaları çeker. Zaten böyle bir uygulama olsa o arabalar oraya park etmez veya park etmeye cesaret edemez. Hadi park etti diyelim. Benim şikayette bulunmama gerek yok 50-60 metre ilerideki polisin onu görmesi lazım zaten. Görmemesi için hiç bir neden yok. Kör falan değilse tabi.

Olması gerekeni geçip olana bir bakalım. Olan: Ben klasik Türk insanı gibi park edenlere içimden küfür ettim, 50-60 metre ötedeki polislere de el sallayıp(!) otogara ulaştım. Eğer ben ilk başta kendi görevimi yerine getirip, gidip polislere şikayetimi arz etseydim belki de ilgilenme ihtimalleri olurdu; ama bu olaylardan önce ilk olarak belediyeye gitmek lazım; çünkü o kaldırım denilen yere araba rahatça çıkıyorsa kaldırım denmez. Onu da geç, o kaldırım denen yer de savaş yapılmış gibi, her yeri oyuk, tekerlekli bavulu o engebelerden geçirene kadar kaldırımı yapandan, yapma kararı alana kadar herkesin analarının ağzında hamak kuruyorsun. Birde iyi yanı var tabi onu da anlatmadan geçmeyeyim. Kaldırım 2 bölümden oluşuyor, birinci bölüm günümüze ait. İkinci bölüm ise biraz daha eski. Kaldırım müzesini yaşayarak geziyorsun. Çok doğal ve gerçekçi, üstelik bedava. Ne kadar güzel(!).

Nereye varacağımıza gelirsek, kimse görevini yerine getirmiyor kardeşim! Herkes kendi derdinde. Devlet çalışanına bir şey dersen "Görev başındaki memura hakaretten..." diye başlıyor. Bir bakıyorsun hakkında işlem başlatılmış. Sanki bu adamlar küfür edince görev başındaki devlet memuru oluyor. Sonuç olarak bir gün herkes görevini yerine getirecek. İşte o zaman gelişmeye başlayacağız. Bir gün olacak. Kalın sağlıcakla.

9 Ekim 2012 Salı

Sürekli ve Faşist İktidar Beyin

Bu yazıda iktidar olan siz ve faşistlik yaptığınız vücudunuzun siyasal durumunu anlatacağım. Farklı açıdan bir yazı olacağını düşünmekteyim, umarım zevk alırsınız.

Gün geçmiyor ki yediğimiz bir ürünün daha, sağlığa zararlı olduğu ortaya çıkmasın. Onu da bırak zararlı dediğimiz ürünlerin bile faydalı olduğu ortaya çıktığı zamanlar oluyor. Ne bok yiyeceğimizi şaşırdık açıkçası. Aklınızdan bir yiyecek ürünü geçirip google'a yazdığınızda, o ürünü yemekten vazgeçirecek bir ton yazı bulabilirsiniz. Ha birde GDO olayı var sormayın gitsin. Yediğimiz mısırın, mısır olduğu aşikar. Hadi diyelim mısırı yemedik, o GDO'lu mısırla beslenen hayvanın ürününü yediğimizde de GDO'yu almış bulunmaktayız. Neyse yemekten soğumadan konuya girelim. Günlük hayatımızı yaşarken vücudumuzda olan bitenden pek haberimiz olmuyor. Peki vücudumuzun dili olup siyaset yapar halde olsaydı ne olurdu?

Akciğer Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Hükümetten Ses Yok!" Yurda ağız yoluyla giren duman, kan hücrelerine oksijen alımını zorlaştırıyor. Halk (Kan hücreleri) oksijenin yeterli alınamamasından şikayetçi. Bir vatandaş (Kan Hücresi) ile yaptığımız röportajda şunları kaydettik: "Hükümet (Beyin) artık buna bir çare bulsun! İki üç tane oksijenle yetiniyoruz bazen bir tane bile aldığımız oluyor, bu kadar az oksijen götürünce civarda oksijenlerin verildiği halktan tepki alıyoruz, bazı yerlerde yolların (Damarların) tıkalı olduğunu görüyoruz, iki üç vatandaş yanyana zor geçiyor. Buna rağmen hükümetten hala daha 'Ciğerlerim bayram etti!' açıklaması yapılıyor. Bu terbiyesizlik değil de nedir?". Durum yerli halkında (Akciğer Dokusu) huzursuz olmasına neden oldu. Civarda yaşayan halktan "Yeter artık!" sloganları yükselmekte; ancak hükümetten hala bir açıklama yapılmış değil.

Karaciğer Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Mülteciler Sorun Yaratır mı?" Alınan yağlı gıda ve benzeri ürünlerin Karaciğer'de geçirdiği işlemlerde aksamalar gerçekleşiyor. Bu aksamaların sonucunda nedeni bilinmeyen bir şekilde tamamlanamayan işlemler sonucunda mülteci halk (Yağ dokusu) çevrede birikmiş durumda. Civardaki kalabalığın ilerde artmasından yerli halk (Karaciğer dokusu) endişe ediyor. "Böyle giderse göç etmek zorunda kalacağız." söylentileri iyice artmış durumda. Böyle bir problem olmasına rağmen hükümet herhangi bir tedbir almış değil.

Vücut Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Büyüme Kaydedildi" Son yapılan ölçümlere göre yurdun (Vücut) %2-3 oranında büyüdüğü ve bu büyümenin tamamen yağlanma ile alakalı olduğu açıklandı. Kasları Denetleme Kurulunun yaptığı açıklamaya göre büyümenin bu şekilde devam etmesi halinde sistemde aksamaların oluşacağı yönünde. Bu aksamaları gidermek için hükümetin bilinçaltı bakanlığına "Spor yapman lazım" bilgilendirmeleri gönderilmekte; ancak hükümetin dikkate almadığı görülmektedir. Son 3 ayda gerçekleşen büyüme hakkında hükümet "Benim kemiklerim iri" açıklaması yaptı. Bunun üzerine Kemikler Bakanlığından irilik ölçümleri aldığımızda böyle bir şeyin gerçek olmadığı, diğer ülkelerle aynı irilikte olduğu ortaya çıktı.

Kalp Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Kriz Kapıda!" Kalp Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre, yıllık büyüme oranının artışı ve buna takiben hareketsizlik ve fazla yağlanmadan dolayı eskisi gibi hafif olmayacak şekilde büyük bir krizin yaşanabileceğinin sinyallerini verdi. Hükümetin önlem alması için, kalp tarafından gönderilen ufak çaptaki krizlerin dikkate alınmaması ve hükümetten yapılan "Allah yazdıysa olur" açıklaması halktan büyük tepki aldı. Bütün halk ani bir krizin vereceği büyük hasardan korkuyor.

Böbrek Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Neslimiz mi Tükenecek?" Geçtiğimiz senelerde sol böbrek halkında oluşan taşlaşma nedeniyle ve taşlaşmadan dolayı halkın yapması gereken işi yapamamasından kaynaklı oluşan sorunda sol böbrek halkının yok olması ile sonuçlanmıştı. Sağ böbrek halkından aldığımız haberlere göre küçük taş parçalarının tekrar gelmeye başlamasından dolayı halk tedirgin. Neslimiz mi tükenecek sorusu halkın kafasını kurcalayan soru haline geldi. Hükümet bununla ilgili bir açıklama yapmamasına rağmen, sol böbrek halkında çıkan sorundaki gibi "Üşüttüm galiba" diyerek 3 yıl doktora gidilmemesinden korkuluyor.

Mide Gazetesinden Bir Haber: Ana Başlık: "Mide Değil!" Mide Bakanlığı'nın yapmış olduğu açıklamaya göre midenin bu kadar büyümesi gerçekten sevindiriciymiş, daha fazla yemek alınabilmesinden dolayı aç kalma oranı düştüğünden bahsediliyor. Bakanlığın bu yıl sonunda hükümete isim değişikliği için başvuruda bulunacağını açıkladı. Dış haberlerden alınan bilgilere göre midenin, koyun işkembesi ölçülerine yaklaştığı ve bu yıl sonu itibariyle aynı ölçülere geleceği tahmin ediliyor. Bu yüzden yıl sonunda bakanlığın ismi İşkembe Bakanlığı olarak değişebilir. Hükümetin yapılacak değişikliğe karşı çıkacağı düşünülmüyor; çünkü alkol alımından sonra işkembe çorbası içildiği için mide halkına değişikliğin sinyallerini verdiği düşünülüyor.

Büyük ihtimal vücudun dili olup da siyaset yapabilecek duruma gelseydi bu tip haberler çıkardı. Acaba hükümete darbe nasıl olurdu?

Vücut Gazetesi: Ana Başlık: "Hükümetten Genel Açıklama 'Eşhedü enla...' " Hükümetten yapılan son açıklamadan sonra halk bu iki kelimenin anlamını araştırmaya başladı. Bu iki kelimenin ne anlama geldiği hala çözülebilmiş değil; ancak hükümetin bu açıklamasından sonra tüm yurtta başta Kalp Bakanlığı olmak üzere hepsi iflaslarını duyurdu. Halk hala iki kelimeyi araştırıyor. Kalın sağlıcakla.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Kurallarım Var


Aslında herkesin kuralları vardır. Oturup şöyle kuralım var, böyle kuralım var demeseler de herkesin bir miktar kuralı vardır; ancak kurallara inanıldığı zaman geçerli olur. Somut bir örnekten yola çıkarsak, Müslümanlığı kabul eden biri Kuran'a inanır ve Kuran'ın getirdiği kurallara uyar. Yani inanç önemlidir. Dinsel boyuta fazla girmeden farklı bir örnek vereyim. TC anayasasına inanırsak, onun getirdiği kurallara uyum sağlamak zorunda oluruz. Bu anayasaya inanmayan biri rahatlıkla kanunsuz işler yapabilir.

Bizim kişilere koyduğumuz kurallar da yaşadığımız ortamın koyduğu kurallara uygun ve koyduğu kurallar çerçevesinde olmak zorundadır veya olmalıdır; çünkü bizde başka kurallara göre yaşamaktayız. Matematiksel olarak yaşadığımız ortamın kuralları, özel kurallarımızı kapsamalıdır. Özel kurallarımız yaşadığımız ortamın kuralları kümesinden çıkarsa, yaşadığımız ortamın kurallarına uymamanın tepkisi ile karşılaşılır. Dünya da kendince uçmaya çalışan bir adamın tekrar yere düşmesi gibi. Bununla ilgili farklı bir örnek: Dünya üzerinde yaşayan insan yer çekimi kuralına uymak zorundadır. Bu vatandaş hayatındaki insanlara "Benimle konuşan kişi uçmalıdır" kuralını koyarsa, kıçıyla ceviz kırsa bu kurala uygun birini bulamaz. Ki zaten bu koyulan kurala inanmak mümkün değil. Döndük dolaştık gene inanca geldik.

Peki koyulan kurala inanma kat sayısı nasıl artar? Bu da tamamen koyulan kural ile alakalıdır. Ders yapmayan çocuğa "Bu dersleri bitirmezsen, bu akşam tuvaletini yapamazsın" derseniz mantığın dibine vurmuş olduğunuzdan, bu kurala ne uyulur ne de inanılır. Bu tip eğitimsel konularda mantıklı ve süreli kurallar koyulması daha iyidir. Ders yapmayan çocuğa "Derslerini yapmazsan 3 gün bilgisayar oynayamazsın" gibi kural koyulmalıdır. Gerçi biraz ceza sistemine kaysa da kural olarak da kabul edilebilir.

Şimdi gelelim sosyal hayatımıza. Herkes de genel olarak şöyle bir tanı vardır "Kimse herkesle anlaşamaz" doğru mudur? Tabi ki doğrudur. Gerçek anlamda anlaştığınız insanların çevreye karşı kurallarına bakın. Birde kendi kurallarınıza bakın. Yüzde doksan beş aynı kurallara sahipsinizdir ve bu yüzden anlaşırsınız. Evlenme olayı da tamamen bununla ilgilidir. İki kişinin kuralları birbiri ile hemen hemen aynı olduğundan anlaşarak hayatlarını birleştirme kararı alırlar. Aynı zaman da boşanma da bununla ilgilidir. İki kişi birbirinin kurallarını tam olarak öğrenemeden evlendiklerinde yaşam ortamları daha yakınlaşır. Bununla birlikte ikisinin de birbirine karşı bu zamana kadar hiç farkına varmadıkları kuralları ortaya çıkmaya başlar. Bunlara bir çözüm bulunmazsa ayrılma kararı alırlar.

Çok kuralcı insanlar da bulunmaktadır çevremizde. Buda kişilikle alakalıdır. Genel olarak titizlik olarak da tabir edilir. Gerçi bu titizlik nitelemesi temiz ve düzenli olan insanlar için kullanılır ama kuralcılarada titiz denilebilir. Temiz ve titiz olanlara da kuralcı diyebiliriz. Sonuçta her yaptıklarını belirli kurallar çerçevesinde gerçekleştirirler. Bu tipteki insanların sosyal hayatı pek olmaz çünkü kendi kurallarına uygun bireyleri bulamazlar bu yüzden de sosyalleşme olanakları yoktur. Hayatları belirli kurallar bütünüdür. Baya bir elit kesimdir. Azınlık bir grup insanın bu özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Şöyle bir etrafımıza baktığımızda hayatımızın tamamı kurallarla çevrilidir. Günlük yaşantılarımızda pek farkında olmasak da yazılı veya yazısız kurallara uyarak günümüzü geçiririz. Mesela kimse çıplak olarak otobüste yolculuk yapmaz veya apartmanda gecenin köründe son ses müzik dinlemez. Giyimimizden yaptığımız hareketlere kadar belirli kurallar çerçevesinde hareket ederiz. Elalem ne der kurallarını da unutmamak lazım tabi... Çoğumuz yaptığımız hareketleri elalemin koyduğu kurallara uygun halde yaparız. Neyse...

Kural konusuna değinmişken, kardeşim şu trafikte takip mesafesini koruyun yahu! Öndeki arabanın ta götüne kadar girince ne oluyor? Açıklıyorum arabalar çiftleşemez! Yok öyle bir şey. Ondan sonra kaza oluyor göz göre göre. Takip mesafesi = hız/2 metre. Mesela 100km hızla gidiyorsanız öndeki araba ile aranızda 50 metre olması lazım. Şu kurala uyun lütfen, kalın sağlıcakla.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Bizim Zamanımızda Böyle Değildi

Büyüklerimizin ağzından düşmeyen cümledir "Bizim zamanımızda böyle değildi". Genellikle şımaran torunlar üzerinden yürütülen bir siyasettir ve konu "Ne biçim evlat yetiştirdiniz?" veya "Hiç evlat yetiştirmeyi bilmiyorsunuz" gibi karşılarındakileri sinir küpüne çeviren sözlere kadar varabilir. Bu tip durumlara maruz kalan kişiler karşısındakiler büyük olduğu için seslerini bile çıkaramaz hatta şımaran çocuk sopa bile yiyebilir. Ne diyor büyük? "Ben çocuklarıma bir bakardım uslu, uslu oturmaya başlarlardı." aslında o zamanki çocuk o bakışın altında şunu görürdü: Daha fazla şımarırsam sopayı yiyeceğim. Haliyle durum böyle olunca çocuk yapacağından vaz geçmek zorunda kalırdı.

Zaman geçti, köprünün altından çok sular geçti, zamanında höyt! denildiğinde sus pus oturan çocuk büyüdü ve evlendi. Kısa bir süre sonra da çocuğu oldu. Bu sefer bütün ipler onun elindeydi; ancak zamanında zorla uslu uslu oturmanın ne demek olduğunu ve ne kadar sıkıcı olduğunu bilen bu birey, kendi çocuğuna aynı davranışları uygulamadı. Çocuk şımardığında veya uslu, uslu oturmadığında "Aman yapsın boşver. Biz yapamadık o yapsın." anlayışı gelişti. Genel olmasa da büyük bir kısmında bu anlayış gelişti.

İnsanların çoğu eleştiri yaparken karşısındakinin geçmişine bakmadan veya bu zamana kadar neler yaşadığını bilmeden eleştiri yapar. Bu tip eleştiriler yersiz veya o kişiye göre anlamsızca yapılmış eleştirilerdir. Günümüzdeki büyüklerin çocuk yetiştirmedeki yaptığı eleştiride geçmişte ne olduğunu unutmalarından kaynaklanmaktadır veya geçmiştekilerle günümüzde yaşananlar arasında bağlantı kuramamalarından kaynaklıdır.

Geçmiş ile gelecek arasındaki bağlantı kurmanın önemini ve aslında geleceğin oluşmasında geçmişin büyük bir payının olduğunu göstermek için iki durum anlatayım. Türkiye de trafik sağdan akarken İngiltere de soldan akmaktadır. Bunun nedeni geçmişte saklıdır. Eskiden İngiltere de atlıların kılıçları sol taraflarında bulunmaktaydı. Sol tarafındaki kılıcı sağ eliyle çekmekteydiler, bu yüzden karşıdan düşman geldiğinde kılıçlarını sağ elleriyle kolayca çekip kendilerini savunabilmeleri için yolun solundan gitmekteydiler. Zamanla otomobiller çıktığında bu anlayış devam etti ve günümüze trafiğin soldan akmasının nedeni oldu. 

İnsanlar sokakta tanıdıkları ile karşı karşıya geldiklerinde birbirlerine sağ ellerini uzatarak "Tokalaşmak" diye tabir edilen eylemi gerçekleştirirler. Bunun sebebi de geçmişte yatmaktadır. Eskiden insanlar karşıdan gelen yabancılar ile konuşmak istedikleri zaman dost veya düşman olduklarından emin olamadıkları için ve eğer karşıdaki düşman ise konuşurken sağ eli ile kılıç çekmesini önlemek için birbirlerinin sağ ellerini tutarak konuşurlardı. Bu şekilde kendilerini güvene almış olurlardı. Zamanla bu eylem yabancı veya tanıdık biri ile konuşurken yapılmaya başlandı ve adet gibi bir durum haline dönüştü.

İşte geçmişin geleceğe verdiği şeklin kanıtıdır bu iki örnek. Zamanın yapma etme diye engel olunan çocuk şimdi kendi evladına "Yapsın boşver." demesi normaldir. Bunun yetiştirememeyle alakası yoktur ve tamamen geçmişin geleceğe yansımasıdır. Şimdi gel de bunları büyüklere anlat, cevap belli "Dil de pabuç gibi olmuş!" kalın sağlıcakla.

21 Eylül 2012 Cuma

İçki ve Sigara Sansürü

Sansür deyince çoğumuzun aklına ilk gelen televizyonda sigara içen artistlerin sigaralarının önüne konan mozaiktir. Tamamen tartışmaya açık bir konudur. Sonuçta orada gerçekleştirilen eylem belli, sen oraya istediğin kadar mozaik, blur veya çini işleme falan koy gene de orada olan biteni saklayamazsın. Saklamanın imkanı yok zaten. Adamın ağızı neden bulanık diye soran çocuğa "Sigara içiyor ondan" diye cevap verilir. Sonuçta eylemin ne olduğu açıkça dillendirilir.

Normalde sansürlenmeden izlenilen bir filmde sigara içen oyunculara pek dikkat edilmezken, eşşek götü gibi sansür konulan yerlerde direkt orada yapılan ve saklanmaya çalışılan eylem dikkat çeker aslında. Burada sigara sansürünün kaldırılması uğrunda savunuculuk yaptığım anlaşılmasın, aksine kaş yapılırken göz çıkartıldığını göstermeye çalışıyorum.

Peki ne yapılabilir? Küçük bir örnekten yola çıkarak çözümü anlatmaya çalışacağım. Bir çocuğa "Çiğnediğin sakızı bir daha yere atarsan ağızına sıçarım senin!" gibi bir tehditte bulunursanız bir boka yaramaz. Çocuk burada aldığı tehtidi önemser ve sizin yanınızda sakızı yere atmaz, başka bir zaman siz onun yanında olmadığınızda yere sakız atmamak için bir neden yoktur; çünkü ağzına sıçacak kişi yanında değil. Siz bu yere sakız atma davranışını "Yere sakız atarsan yavru kuşlar onun ekmek olduğunu sanır daha sonra gagalarına yapışan sakız nedeniyle su ve yiyecek yiyemezler bu yüzden de ölürler. Hiç bir kuşun ölmesine neden olmak istemeyiz değil mi?" diyerek öğretirseniz asla yere sakız atmaz ve hatta atanları da uyarır.

Şimdi bu hikayede sansür nerede? Sansür illaki mozaik değildir, buradaki sansür ağzına sıçan ebeveyndir. Yapacağı davranışı yapmaması için sansürlemiş olur. Çocuğun yere attığı sakızın üzerine buzlu cam koyarak değil tabi ki. Onu tehdit ile sansürlemiş olur. Şimdi gelelim konumuza, sigaraya koyulan sansür ile yapılan budur aslında "Onun yaptığı davranış kötü, kaka, çiş sakın sen yapma" yani asıl amaç sigara içme davranışının sansürlenerek aslında orada sigara içilmiyormuş havası vermek. Bu arada üflediği duman sansürlenmiyor o duman nereden çıkıyor diye sorasım geldi. Neyse, o sansürü vermek yerine sigara içilen sahnelerde "Kamu spotu" adı altında sigaranın sağlığa zararlı olduğuna dair alt reklam tarzında bilgi verilmesi daha yararlı olacağını düşünüyorum. Tabi bu uygulamada okumayı öğrenmemiş çocuklar için de animasyonlu bir şeyler yapılabilir. En azından sansür kaldırılmasa bile alta kamu spotu koyulmalıdır. Deminde anlattığım gibi yapılan eylem apaçık ortada çünkü.

İçki ile ilgili fazladan bir şeyler yazmaya gerek yok yukarıdakilerin hepsi içkiye konulan sansür için de geçerli. Son olarak sanırım Yılmaz Özdil'in bir yazısıydı, tecavüz eden kişinin adı verilmezken (O.Ç. gibi...) tecavüz ettiği kızın adı normal olarak yazılmasıyla ilgili bir yazı yazmış. Böyle sansüre de sansür denilecekse artık... Özdil'e katılıyorum.  Bunların haricinde ülkemizde de bir sürü sansür var; ama medyada yazma özgürlüğü olduğu için gazete yazarlarımız hepsini dile getirmiş benim de bir şeyler yazmama gerek yok. Kalın sağlıcakla...

19 Eylül 2012 Çarşamba

Gerçek Blog Yazarı Ne Yazar?

Bir kaç yerde okuduğum tartışma üzerine böyle bir yazı yazmaya karar verdim. Blog olayı ülkemizde yeni yeni başlamış moda gibi bir şey. Canı yazı yazmak isteyen kişiler ücretsiz olarak blog açarak yazı yazmaya başlıyor. Mesela ben, yazma egomu tatmin etmek için blog yazıyorum ve o an canım ne istiyorsa onu yazıyorum. Birilerinin canı birşeyler eleştirmek istediğinden olsa gerek, yok gerçek blog yazarı ciddi yazılar yazar, yok efendim gündemle alakalı şeyler yazar tarzı eleştirilerde bulunmuş.

Öncelikle blog ne demek ona bakalım. Vikipedi'deki tanımı aynen alıyorum: Blog veya Weblog teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturabildikleri, (Sanki hayvanlarda oluşturabiliyor) günlüğe benzeyen web siteleridir. Özellikle altını çizdim blog'u yazan kişiler kendileri ne isterse onu yazar.

Bu eleştirilerde bulunan kişi veya kişilerin büyük ihtimal "Herkes benim gibi düşünmek zorunda!" diye bir anlayışları olsa gerek, kendileri gündemi takip eden ve ciddi kişiler olduğundan herkesin öyle olması gerektiğini düşündüğü ben merkezli tavrı var. Evet gündemi takip etmek güzel bir şey; ama illaki bununla ilgili yazı yazmak gerekmez ki. Adam gündemi takip ediyordur; ama bloğun da gündemden uzak mutlu olduğu bir ortam yaratmıştır. Ne var?

Bloğu unutun, önünüzde hangi materyal olursa olsun her insana hitap etmesi mümkün değil. Hele ki yazılı materyallerin. Romanların bile bin türlü çeşidi var. Herkes siyasi romandan hoşlanır mı? veya aşk romanından? Tabiki hayır! Zaten Allah size akıl birde parmak vermiş programcı da geri butonu koymuş. Beğenmediğin bir site veya blog varsa çık git kardeşim, girdiğin her yeri okumak zorundasın diye kural yok. Adam girdiği site ona hitap etmiyor diye sitenin içeriğini değiştirtmek istiyor. Fıkra gibi...

Son olarak yazının başlığına kendi fikrimce cevap vereyim. Blog yazarı istediğini yazar kimsede niye bunu yazdın diyemez. Zaten blog açmak için kayıt olduğun yerin sözleşmesinde de şunu yaz, bunu yaz diye bir şey yazmaz. Zaten her blog yazarı gerçekten yazar değildir, kendi iç dünyalarını yazıya döken kişilerdir. Her blog yazarı yazar olsaydı ohooo! Ülke aydın kaynardı anasını satayım. Zaten yazar ayrı bir tanımdır, blog yazarı ayrı tanımdır. Aman be zaten her şeye bok atıp duruyorsunuz bir blog yazan kişiler kaldıydı oda oldu, zaten bir kendiniz doğrusunuz ya, milletin yanlışlarını düzeltmeniz kalmıştı. Kalın sağlıcakla...

Önemli Not: Kendimi yazar olarak görüp bu yazıyı yazmadım.
İkinci Önemli Not: Başlıktaki sorunun cevabı: İstediğini yazar! Bütün yazıyı boşuna okudunuz ana mesaj buydu...

16 Eylül 2012 Pazar

Yalancı Çoban Masalında Teknik Hata

Küçükken uyumadığınız yada yalan söylediğiniz zaman mutlaka anlatmışlardır bu masalı. Özellikle küçük çocuklara yalan attıklarında anlatılır. "Gel bakalım" derler büyükler sonra başlarlar masalı anlatmaya, bitince de "İşte böyle küçüğüm, sakın yalan atma yoksa sende yalancı çoban gibi olursun" diyerek nasihati de verip görevlerini yerine getirmiş olurlar; ancak masalda ciddi anlamda teknik hata var. İnternetten de bir kaç yerde okudum aşağı yukarı hepsinin sonu aynı bitiyor. Masal biraz uzun olduğu için herkes bir şeyler eklemiş yada çıkartmış; ama sonu hep aynı bitiyor. Neyse bende ilk önce masalı anlatayım sonra konuya dönelim.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir tane çoban varmış. Bu çoban köyün koyunlarını otlatırmış. Gene bir gün köyün koyunlarını otlatırken başlamış kavalını çalmaya. Çalmış, çalmış sonra canı sıkılmış kaval çalmaktan. Oturmuş düşünmüş ne yapsam diye. Birden aklına bir fikir gelmiş başlamış bağırmaya "Köylüler yetişin kurt var!" diye. Köylüler hemen tüfeklerini kapıp sürünün olduğu yere gelmişler. Bir bakmışlar çoban kahkahalarla gülüyor. Demişler "Hani kurt nerede?" çobanda gülerek cevap vermiş "Kurt falan yok ben sizi kandırdım" demiş. Köylüler homurdana homurdana geri dönmüşler. Aradan zaman geçmiş gene bütün ahaliyi kurt var diye ayaklandırmış. Ahali bir bakmış gene ortalıkta kurt falan yok. Çoban bunu bir kaç kez daha yapıp ahaliyi silahlarıyla sürünün yanına koşturmuş. Ahali her geldiğinde gülüp eğlenmiş.

Bizim yalancı çoban bir gün sürüyü otlatırken gerçekten kurt gelmiş. Başlamış bağırmaya "Kurt var, yetişin!" diye; ama köylü bu sefer hiç önemsememiş "Gene yalan atıyordur." diyerek hiç yerlerinden kıpırdamamış. Bu arada sürüye gelen kurt bütün koyunları yemiş. Burada da masal bitmiş.

Bana anlatılan masal böyle bitiyor internette okuduğum aynı masalın sonu birisinde "Çoban ne yapacağım diye başlamış ağlamaya." diye bitiyor birisinde de "Kurt yanına gelip 'Bir daha yalan atma yoksa sana böyle inanmazlar' demiş." diye bitiyor. Bana göre masalın sonu hangisinde biterse bitsin saçma, büyük ihtimal bu masalı anlatan ilk kişi sonuna gelemeden kalp krizinden yada başka bir şeyden ölerek sonunu anlatamamış, sonra da bu masalı dinleyenler ilk kişinin anlattığı haliyle kuşaktan kuşağa aktarmış, bütün sorun bu...

Gelelim masaldaki teknik hataya. Masalın sonunda çobana bir şey olmuyor, olan gene köylünün koyununa oluyor yani köylü kurt var dediğinde gitseydi koyunlar kurtulacaktı; ama gitmediği için koyunlarını kaybetti. Bu durumda kötü olan şey aslında çobanın yalan atması değil köylünün koyunlarını kaybetmesi. Sonuçta bir şeylerini kaybeden kişi köylü, çobanda problem yok.

Allah rahmet eylesin eğer masalı anlatan kişi sonunu anlatamadan öldüyse büyük ihtimal sonu "Kurt bütün sürüyü sonrada çobanı yemiş" diye bitirecekti. Eğer masal bu şekilde bitseydi o zaman yalan atmanın kötü bir şey olduğu apaçık görülürdü; çünkü sonunda çobanda ölüyor. Yok eğer bu masalı anlatan ilk kişi hakikaten böyle amaçsızca, sonunda hiç mesaj vermeden anlattıysa, siz anlatmayın. Yada masalın gelişme kısmını değiştirip sonuca bağlayın, mesela "Köylüye sürekli yalan atıp kandıran çoban işinden olmuş. O köyde yaptıklarını duyan diğer köydeki ahaliler de ona iş vermemiş." diye anlatın. Bu durumda çoban yalan attığı için kötü duruma düşmüş olur. Diğerinde çoban kötü duruma düşüyor; ama asıl kötü duruma düşen köylü oluyor.

Hazır yalan konusuna değinmişken, yalancı bir insana ne zaman "yalancı" diye niteleme yapılır? Yalanı ortaya çıktığı zaman. Bu durumda yalanı ortaya çıkmayan adam dürüst olmuş olur. Yalan ortaya çıktığı zaman yalan olduğunu anlarız. Ahanda felsefik durum. Kalın sağlıcakla...

30 Ağustos 2012 Perşembe

Tek Laf Yeter

Bütün günün güzel geçti. Eğlendin, gezdin, tozdun mutlu mutlu geçirdin bütün gününü. Gününün yüzde doksanı iyi geçmesine rağmen sen kalkıp o geri zekalının lafını kendine dert ettin. İyi bok yedin.

Mutlu olmak istiyorum falan diyorsun; ama senin canın bir şeylere üzülmek istiyor. Amacın mutlu olmak falan değil hiç kusura bakma. Mutlu olmak olsaydı ufacık bir şeyden bile mutlu olabilirdin; ama sen ne yaptın? Bütün günün harika geçmesine rağmen onun lafını kendine dert edinip mutsuz olmayı başardın. Manyak mısın sen? Pire için yorganı yakmak tam senin gibilere göre bir laf. Ne güzel günüm geçmiş diyeceğine düşündüğün şeye bak. Bu şekilde davranışlar sergileyerek gününün güzel geçmesini sağlayan insanlara haksızlık etmiyor musun? Bal gibi ediyorsun işte, pezevenkliğin bir lüzumu yok!


Herkes sütten çıkma ak kaşık anasını satayım, sadece senin başına gelmiyor yani onu demek istiyorum. Sen hiç merak etme, kimsede “Ben bu boku yedim ama özür dilerim” diyerek tükürdüğünü yalamıyor. Herkes yanlış, bir kendisini doğru sanıyorlar. Oldu canım başka derdin, diye sorasın geliyor yüzlerine karşı. Boşver sen en büyük yanlışı da o kendini doğru sanan piçler yapıyor; ama haberleri yok. Ne zaman haberleri olacak orası belli değil. Herşeyin doğrusunu söylemeye gelince oturup kitap yazacaklar neredeyse; ama iş kendi yaşantılarına gelince söyledikleri ile yaptıkları hiç birbirini tutmuyor, “Burası yanlış olmuş hacı” deyince senden kötüsü yok. Gelde fitil olma.


Anlamadığım ufak bir nokta var. Herkesin başında çeşitli dertler olmasına rağmen, birilerinden şikayetçi veya birilerinin yanlış davranışlarını anlatıyor; o birileri de onun yanlış davranışlarını anlatıyor. Anladınız mı bilmiyorum; ama karşınızdaki harbiden geri zekalı falan değilse, sizin yanlışınız olmadan size yanlış yapmaz. Siz doğruysanız mutlaka sizin kadar doğru olanlar vardır ama ne kendi doğrusunu bilir nede karşıdakinin... Sonuçta ne olur? İkiside birbirinin yanlışını bulmuştur bu yüzden dargın olurlar. Halbuki kalkıp yanlışlarını birbirlerine anlatsalar ikisi birbirine daha da yaklaşacaklar ama haberleri yok. Gelde bunları anlat. Böyle şeyler söyleyince de “Sen karışma bakalım” deyip işin içinden çıkı veriyorlar. Paragrafın başında dedim ya ufak bir nokta var diye, aslında sorunun çıktığı yer diyebiliriz. Kendimizi başkalarının yerine koymuyoruz. Aynısı bize yapıldığında da kızıyoruz. 


Nasıl bir dönemden geçerek böyle yetişkin bireyler haline geldik bir anlam veremiyorum. Herkes büyüdükçe yanlış yapmayacak bireyler haline geleceğini sanıyor. Böyle bir duruma gelince de başkalarının yanlışlarını görerek kendi yanlışlarımızı göremez hale geliyoruz. Bu zamana kadar "Dilim kopaydı da demeyeydim" dediğim çok şey oldu. Böyle bir bakış açısından bakınca da kendi kendime "Ne olursa olsun hala hatalar yapabiliyorum" diyorum. Yani hiç bir zaman doğru düşünüyor olamayacağım. İllaki kendimde de bir hata bulup, bu hatalarımı da başkalarına yükledikten sonra, "Kendi hatalarımı başkalarına yüklemişim" derken bulacağım. İşte böyle düşününce de "Ben gerçekten insanım be! Bazen hata yaparım bazen de hatalarımdan doğruyu bulurum. Hay ağzıma sıçayım" derken buluyorum. Kendi kendime de laf çaktım ya helal olsun. 

Sanırım önemli olan bir tarafta kendi hatalarımızın farkına varmak. "Hep ben doğruyum" demek sakıncalı, hep ben doğruyum deyince emin olun hep siz yanlış çıkıyorsunuz. Sonra etrafınızda insanlar azalmaya başlıyor, bir bakıyorsunuz kendi doğrularınızla yalnız kalmışsınız. Bu yazıyı yazmama fikir sağlayan anneme ve annemin başından geçenlere sebep olan kişilere teşekkür ediyorum. Kalın sağlıcakla...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Issız Adaya Düşseniz Yanınıza Alacağınız 3 Şey

İlk okuldan beri sorulan saçma sapan bir soru. Hangi gereksiz şahsiyet böyle bir soruyu sorma gereksinimi duymuş çok merak ediyorum. Çıkan cevaplardan neye ulaşacak, neyi bulacak bu soruyu sorarak? Ne çok meraklıyız olmayacak bir şeyin sorusunu sorup cevabını merak etmeye?

Issız bir adaya tek başıma düşmem için benim kendime ait özel bir uçağım olması gerekir. Zaten uçak alacak kadar param olsa benim başıma bir şey geldiğinde bulacakları bir sistemde yaptırırım herhalde. Issız adaya düşmek için mi uçak aldım ben? Kendimi ıssız bir adaya düşürecek kadar param olsa, kendimi adaya düşüreceğime gider adayı satın alırım anasını satayım. Arada gider tatil yaparım oh mis. Ne gerek var atraksiyonlara.

İşin birde siktiri boktan bir hikayesi var. Issız adaya düşsen yanına alacağın 3 şey nedir? Buradan da anlaşılacağı gibi ıssız adaya birilerini atan bir örgüt var ve bu örgüt kurbanı adaya bırakmadan önce yanına alacağı üç şeyi soruyor. Sende bu üç şeyi söylüyorsun, istediklerini sana vererek adaya bırakıp gidiyorlar.

Böyle bir şey olduğunu düşünsene, uçaktasın ve yüzleri maskeli bir grup insan sana aşağıdaki adayı gösterip yanına alacağın üç şeyi soruyor. Videoya da çekiyorlar tabi, el kaide gibi bir örgüt bu, sonra fidye için gösterecekler çektiklerini. Neyse üç şeyi seçiyorsun, tuvalet kağıdı, telefon ve birazda yiyecek. Sonra seni paraşütle ıssız adaya doğru atıyorlar. Adaya bir iniyorsun bir grup insan. İlk sordukları "Yanına ne aldın?" sende "Tuvalet kağıdı, telefon ve yiyecek" olduğunu söylüyorsun. Herkesin yüzü düşüyor tabi; ama sen "Merak etmeyin şimdi telefonla birilerini arar yardım isterim" diyerek artistlik yapıyorsun. Oradakiler salak salak sana bakıp yapacaklarını izliyor. Telefonu açıyorsun bir bakıyorsun içinde hat yok; çünkü sen sadece telefon istedin. Olaya bak. Sonra aklına geliyor "Hat olmasa bile acil numaraları arayabilirim!" diye bağırıyorsun heyecanla. Adaya düşen ilk yaşlı ve bilginlerden biri "Burası ıssız ada geri zekalı pezevenk, burada telefon çekmiyor!" deyince iyice göt olup kalıyorsun. Nasıl hikaye ama...

Ne kadar çok meraklıymışız ıssız bir adaya düşmeye. Sanki Türkiye nüfusu kadar ıssız ada var. Zaten ben ıssız bir adaya düşsem yanıma hiç bir şey almama gerek yok. Annem Müge Anlı'ya çıkar, iki bilemedin üç günde bulunurum. O bakımdan pek problem yok. Yada yanıma baz istasyonu, baz istasyonunu destekleyen hatlı telefon ve birazda bira alırdım. Böylece beni bulana kadar geçen zaman süresince kafa olurdum falan filan.

Yazının sonuna gelince kendime neden böyle bir yazı yazdığımı sorup, hiç bir cevap alamadım. Böylede saçma biriyim. Kalın sağlıcakla.

21 Ağustos 2012 Salı

60 Milyonu İlgilendirmeyen Konu: İstanbul

Daha önce de bununla ilgili bir yazı yazmıştım (İstanbul Nedir?) nedense gene yazı yazma gereksinimi duydum. Konuya başlamadan önce İstanbullularla ilgili bir problemim olmadığını veya İstanbul'da yaşamadığım için orada yaşayanları kıskanmadığımı belirtmek isterim. Aynı sorun İzmir veya başka bir şehir için olsaydı onlar hakkında da aynı şeyleri yazardım. Derdim tamamen haber veya program yapamayan kanallara ve sırf 14 milyon insan yaşayıp Türkiye'nin en çok nüfusa sahip olduğu için orayı pazar yeri olarak gören şirketlerledir.

Bana göre ulusal olarak yayın yapan kanalların (Kanal D, Atv v.b.) haberlerinde bütün halkı ilgilendiren konuların olması gerekir. Mesela ben haber izlerken o gün Dünya da ne olmuş veya Türkiye de ne olmuş onu öğrenmek isterim. Haberleri açıyorum bana "İstanbullular bugün güneşin keyfini yaşadı" diye haber gösteriyor. Bana ne İstanbulluların güneş keyfinden? Bir de kalkmışlar röportaj yapmışlar. İyi bok yemişsiniz, aferin! İstanbulluların güneş keyfi bir yana bir de onların bu durum hakkındaki görüşlerini dinliyorum. Sebep? Bana göre sebebi haber bulsun diye görevlendirilen muhabir ile kameraman bir bok bulamamaları ve "Bari böyle bir haber yapalım da işimizden olmayalım." demeleridir.

Şehirlere özgü haber yapılmasına karşı değilim, herhangi bir şehirde bir problem vardır medya bunun haberini yapar; çünkü insanların tepki vermesi ve problemin daha çabuk çözülmesi için. Medyada gösterilmeye başlayınca, ortaya çıkan problemin sahibi kişiler rezil olmamak için -mesela belediye- problemin çözümüne ağırlık verirler; ama gel gelelim İstanbul'un problemlerine, çözülene kadar medya peşinde olur. Mesela köprülerin bakımında yaşanan problem. Neredeyse her gün bununla ilgili bir haber var. Hadi bir gün bunun haberini yaptın bilemedin iki gün, neden her gün bunun haberini yapıyorsun? Başka şehirlerde yok mu trafik sorunu? Var ama nedense İstanbul'daki daha önemli.

Ramazan dolayısıyla gördüğüm bir saçmalığı daha anlatmadan geçemeyeceğim. Bazı kanallar sahurda, çoğuda iftarda olmak üzere program yapıyorlar. İftar vaktinde yapılan programların kenarlarında şehirlerin iftar vakitleri yazar. İstanbul'a gelince ise resmen özel yayına geçilir. İstanbul'un boğaz manzaraları eşliğinde ezan ile birlikte bir klip gösterilir. Programda Kuran'dan bir ayet okunsa bile İstanbul'un iftar vakti geldiği için özel yayına geçilmek suretiyle yarıda kesilir. Neden İstanbulluların böyle bir ayrıcalığı var? Kuran ayeti bile yarıda kesiliyor, nedir bu kadar ayrı kılan şey? İnsan sormadan edemiyor. Sahurda da aynı saçmalık. Diğer şehirlerin imsak vakitleri geldiğinde hiç bir şey yapılmıyor; ama İstanbul'un imsak vakti olduğunda apayrı bir yayına geçiliyor.

İstanbul şehrinin ayrı noktalarından bir tanesi boğaz olması; fakat bizim sadece İstanbul boğazımız yok Çanakkale boğazımız da var; ama Çanakkale de olup bitenlerden haberimiz yok. Ancak çok büyük olay olacakta o zaman haberimiz olacak; ama İstanbulluların güneş keyfi ile ilgili haberden mutlaka haberimiz oluyor. Çanakkalelilerin güneş keyfi olmuyor herhalde.

Peygamber efendimizin (S.A.V.) "Konstantinopolis bir gün feth olacaktır, onu fetheden komutan ne büyük komutan, fetheden asker ne güzel askerdir" sözünü "Konstantinopolis bir gün feth olacaktır, onu feth edince oradaki insanları kendi ülkelerinden ayrıcalıklı kılın" olarak anladıklarını düşünüyorum. Bu yüzden olacak habire İstanbulluları ilgilendiren konularla bütün Türkiye ilgileniyormuş gibi gösteriyorlar. Nedendir bilinmez. Bu haberleri yapanların kendileri de orada yaşadığı için TV'ye taşıdıklarını düşünüyorum. Başka yerde yaşasalar bu kadar haber yapamazlar. Zaten "Bilmem ne köyü bugün güneşin keyfini yaşadı" diye haber yapsalar, büyük ihtimal "Böyle haber mi olur?" diye kapının önüne koyulurlar.

Çeşitli kanallarda da "İstanbul'un nüfus artışı" konu edilir. Birkaç üniversite profösörünü programa davet edip bu sorunu tartışırlar. Bir düşünün bakalım İstanbulun nüfusu neden artıyor? Bana göre medyada yapılan İstanbul ile ilgili haber, program ve reklamlardan dolayı nüfus artışı oluyor. Diğer şehirlerde bu tip yayınları izleyen insanlarda İstanbul'un tanıtımlarını izleyerek "Bana da buradan bir ekmek çıkar" düşüncesi ile oraya göç ediyor. Bence en büyük nedeni bu.

Oturup kalkıp Türkiye'nin diğer şehirlerinde yaşayan insanlara "İstanbul'daki olaylar daha önemli" mesajını vermenin bir anlamı yok. Herkes kendi yaşam alanını (Yaşantısını) önemser. İnsanların kendi mahallesinde olan bitenden haberi olmamasına rağmen İstanbul'dakilerden haberi oluyor. Haber niteliği olmayanlardan bile... Tabi ki her olayı haber yapamazsınız, yaparsanız haber süresi 5 saat falan olur; ama boktan boktan şeyleri haber diye bütün Türkiye'ye izlettirmenin de bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Kalın sağlıcakla...

16 Ağustos 2012 Perşembe

Sevap Keçisinin Arkadaşı Günah Keçisi

Vakti zamanında çok iyi bir keçi varmış. Herkes onu met eder, böyle bir keçinin sürülerinde olmasından dolayı hep şükür ederlermiş. Bir sürü iyilik yapmış bu keçi. En çokta sürüyü kurtların pençelerinden kurtarmış. Herkes onu parmak ile gösterir hatta bir sorunları olduğunda hep ona danışırlarmış. Çokta yardım sever biriymiş herkesin sıkıntısına ortak olur, bir problem varsa çözmeye çalışırmış. İyi biriymiş anasını satayım daha ne söyleyeyim? Küsleri barıştırırmış, yetimleri doyururmuş, mazlumların yanında olurmuş, harama el sürmezmiş falan filan. Bir cami yaptırmadığı kalmış, o derece.

Birde bunun arkadaşı varmış, çok severmiş ama sürünün geri kalanı onun arkadaşını hiç sevmezmiş. Hatta bunun arkadaşına günah keçisi diye seslenirlermiş. Hiç bir halta yaramazmış nerede bir sorun çıksın hep altından günah keçisi çıkarmış. Kötü bir şey olduğunda ne olduğunu bile bilmeden herkesin aklına ilk bu keçi gelirmiş.

Bir gün vadideki bütün otlar tükenmiş. Sürüdekiler "Ne yapacağız?" diye düşünürken, akıllarına ilk gelen günah keçisi olmuş. Herkes otların bitmesinin altında günah keçisinin bir parmağı olduğunu düşünür olmuş; ama yapacak bir şey yok bu vadiden gitmeleri gerekiyormuş. Gitme kararını verdikten sonra her şeylerini toplayıp yola koyulmuşlar. Sürünün en önünde de iyi olan keçi varmış. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler bir nehirin kıyısına gelmişler. Nehirin diğer kıyısında yemyeşil otlaklar varmış; ama nehri geçmek imkansızmış çünkü çok şiddetli akıyormuş. İyi olan keçi sürüye dönüp "Nehir boyunca ilerleyeceğim siz burada bekleyin, karşıya geçilebilecek bir köprü bulursam döner sizi alırım." demiş. Günah keçisi ile birlikte yola koyulmuşlar. Nehir boyunca ilerleyip köprü var mı diye bakmışlar; ama köprüden eser yokmuş. Sürünün yanına geri dönmüşler. İyi olan keçi "Karşıya geçecek bir yer yok, buradan geçmek zorundayız." demiş. Günah keçisi söze atlamış "Bence geçmemeliyiz, nehrin durulmasını bekleyelim yoksa hepimiz boğuluruz." demiş. Sürüden biri öne çıkarak "Bu zamana kadar sana güvendikte ne oldu? Bu tarafta kalırsak eminim gene başımıza bir iş gelir." demiş. Sürüdeki diğer keçiler de aşağı yukarı böyle düşünüyormuş. İyi olan keçi "Haydi başlayalım geçmeye" demiş. Bütün sürü karşıya geçmek için suya atlamışlar. Nehrin ortalarına doğru geldiklerinde birden nehirdeki su yükselmeye başlamış. Kafalarını sudan zar zor çıkartır hale gelmişler. Aniden gelen güçlü bir akıntıyla hepsi nehir boyunca sürüklenmeye başlamış. Herkes bir yerlere çarpıp yaralanıyor, çoğuda kafasını sudan çıkartamıyormuş.

Akşama doğru sular yavaş yavaş çekilmeye başlamış, neredeyse hiç akıntı yokmuş. Nehrin kıyısında gözlerini baygın baygın açmış, iyi olan keçi. Yavaşça yerinden doğrulmuş. Etrafına şöyle bir göz atmış. Bütün sürüsü telef olmuş, hepsi boğularak ölmüş. Resmen yıkılmış iyi olan keçi. Bütün arkadaşlarının sonunu kendi elleriyle getirmiş. Suyun içerisinde dururken birden sudaki yansımasını görmüş. Ona doğru bakıp "Keşke!" diyerek söze başlamış titrek bir sesle, "Keşke senin sözünü dinleyip sürüyü karşıya geçirmeseydim günah keçisi." demiş.

Kısaca toparlarsak yaptığımız hataların sonuçlarını mutlaka birine veya bir şeye bağlamak isteriz. Suçlu ararız açıkçası; ama genelde bütün suçlu kendimizizdir. Yaptığımız hatayı kabullenmek istemediğimizden dolayı günah keçisi ararız, ki buluruz da. Sonra bütün suçu ona yükleriz, bazen affederiz bazende ömür boyu suçlamaya devam ederiz. Suçladığımız da, affettiğimiz de aslında biziz.

Mesela alkollü araç kullanarak kaza yapıp sakat kalan birisi günah keçisi olarak alkollü araba kullanmasını göstermez. Kaderimizde varmış, alın yazısı gibi cümleler söyler. Günah keçisi olarak kaderi suçlar. Onun düşüncesine göre alkollü araba kullanmakta bir problem yoktur. Kaza yapmasına neden olan kaderi olarak düşünür. Utanmasa Allah'ı suçlayacak. Gerçi kaderi suçlayarak yaptığı farklı değil ya neyse...

İnsanların kendi hatalarından ders alması ile daha olgun bireyler haline geleceğini düşünüyorum. Bir şeylerin suçunu yükleyecek keçi arayacağımıza "Burada hata yaptım" demek daha olgun bir davranış. Keçilerinizle iyi geçinmeniz dileğiyle, kalın sağlıcakla.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Alışveriş Merkezlerindeki Tuzaklar

Genelde alışverişe gitmeden önce liste çıkartılır; fakat her ne hikmetse o listeye hiç sadık kalınmaz. Hep listedeki alınacaklara ilaven abuk subuk şeyler alırsınız veya evde yaptığınız tahmini bir hesap oradaki fiyatlara uymaz. Halbuki siz evde fiyatları fazladan hesaplamışsınızdır. Neyse başa dönelim, liste çıkarttınız alışveriş merkezinin içine attınız kendinizi. Başladınız alışveriş yapmaya. Çok fazla harcama yapmamak için hazırladığınız listenin dışına çıkmamaya gayret ettiniz. Kasaya geldiniz güler yüzlü bayan sizden mağazanın puan toplamanızı sağlayan bilmem ne isimli kartını istedi, sözde indirim sağlıyor. Bütün ürünler bip, bip diye geçti ve o güler yüzlü bayan ağızından çıkarttığı toplam borcunuz ile sıçmık suratlı bir şeye dönüştü; çünkü o kadar tutmaması gerekiyordu. Evdeki hesap, alışveriş merkezine uymadı. Aslında uydurulmadı; çünkü sizi bir güzel tuzağa düşürdüler. Burada size mağazalarda hazırlanmış tuzakları anlatacağım.

Alışveriş marketine girerken genellikle sağ tarafınızda alışveriş arabalarını bulursunuz. Bunu yapmalarının nedeni insanların büyük bir çoğunluğu ilk girdiklerinde sağ tarafa yönelmeleridir; çünkü insanların büyük bir kısmı sağ taraflarını kullanırlar (Sağlak).

Alışveriş arabası alma nedenimiz, alacağımız ürünleri rahat taşıma isteğimizdir. İki parça ürün bile alsak alışveriş arabasını kullanırız; çünkü rahattır. Gelelim madalyonun diğer yüzüne, iki parça ürün aldığınızda alışveriş arabası büyük olduğundan psikolojik olarak sınırlandırılmazsınız yani arabada daha yer vardır. Buda sizi bir şeyler almanızdaki engeli kaldırır. Sizde arabayı psikolojik olarak "Nasıl olsa yer var" diyerek doldurmaya başlarsınız.

Alışveriş merkezlerinde daha fazla zaman harcamanız için mekanlarda zaman ile ilgili her şey kaldırılır. Saat gibi ürünler de ya pili yoktur çalışmaz yada farklı bir zamanı gösterir. Bu tip mekanlarda sizi zamandan koparmak için gün ışığından uzak tutarlar yani hiç pencere yoktur. Bu durumda siz dışarısını görmezsiniz ve "Ay hava karardı, akşam oldu" gibi düşünceleriniz ortadan kalkar. Zaman neden bu kadar çok önemlidir? Çünkü siz ne kadar zaman harcarsanız o kadar çok bir şeyler alma potansiyeliniz artar. Özellikle uzun süre alışveriş merkezinde zaman geçirenler yoruldukları için kasada sıraya girip beklerken, kasa yanlarında bulunan çikolata, su gibi ürünlerden alma ihtiyacı duyarlar. Çünkü yorulduğunuz için şeker seviyeniz düşer çikolata alırsınız daha sonrada su ihtiyacınız ortaya çıkar.

Bu tip mekanların ısıtma sistemleri yazın serin kışın ise sıcak olarak ayarlanır. Buda sizin rahatça alışveriş yapmanızdaki bir engeli kaldırır. Kimse yazın sıcak bir mekanda dolaşmak istemez. Birde arka fonda müzik çalar buda sizin rahatlamanız için yapılmış bir şeydir. Sizin için alışveriş ortamını en iyi düzeye getirme amaçlı.

İki reyon arasında kare şeklinde yerler vardır. Buralar dinlenme noktası olarak yapılmış yerlerdir. Siz bir reyondan diğerine geçerken ortada bulunan dinlenme noktasında durursunuz, bunun üzerinde indirime girmiş ürünler bulunur, sakın inanmayın. O ürünün satıldığı reyona gidin mutlaka daha ucuzunu bulursunuz. Oradakiler indirime girmiş gibi gösterilerek siz dinlenme noktasındayken almanızı sağlamak amaçlı indirimde gibi gösterilir.

Birde 99 ile biten ürünler vardır. Çoğunuz merak etmişsinizdir neden 4,99'da 5,00 değil diye. Bu sizin matematiğinizi karıştırma amaçlı yapılmıştır. Siz hepsini toplayamazsınız, bu durumda hesap yapmaktan vaz geçersiniz. Sadece 99 ile bitirmezler sonunu, sizin toplama yapmanızı zorlaştırmak için 2,63, 4,79, 3,33, 9,97 gibi numaralandırma yapılarak doğru hesap yapmanıza engel olmaya çalışırlar. Telefondaki hesap makinesini kullanmanızı tavsiye ederim. Birde bu 99 ile biten fiyatları farklı yorumlarız, mesela 9,99 TL'lik bir ürün var. 10 TL olsaydı, 10 TL olurdu; ama o 9,99 yani 9 TL olarak görülüyor veya 10,99 TL'lik bir ürünü 10 TL değerinde düşünmemiz gibi.

Son olarak reyonlardaki göz hizasındaki raflara dikkat edin. Genellikle göz hizasındakiler pahalı ürünler olup ucuz olanları ise göz hizasında olmayan raflara koyarlar. Alt raflara veya üst raflara doğru baktığınızda  daha ucuz olanları bulabilirsiniz. İyi alışverişler, kalın sağlıcakla.

A Personal Perspective on Classroom Management for Computer Education

Rules and Procedures (1/5)

What a teacher wants to have is effective classroom management skills. No one was born with these skills. Everyone has gained or will gain them while experiencing day by day. Therefore, let’s begin with the Rules and Procedures.

I have already known importance of this part of the CM skills from TEGV* seminars. I have participated to their seminars but I’ve never got a chance to practice my knowledge there for some reason like having no time to go there, and so on. Anyway, I think that the most important thing, as a teacher, is to believe in what you do and yourself. As Napoleon Hill famously says, “Whatever the mind of man can conceive and believe, it can achieve.”

Rules and Procedures

Let’s firstly think about the “Rules and Procedures”. I think I will pay so much attention to this part since rules and procedures is very important in Computer education. Let’s see why:
Most essential rules:

  1. DO NOT bring beverages and food to the computer labs!
  2. DO NOT start the computer until the teacher says you can!
  3. DO NOT play with cables!
  4. DO NOT hesitate to ask help from the teacher, if you have a problem with computer!
  5. DO NOT use the computer or any other electronic devices if your hands are wet!
  6. DO NOT disturb your friend or the teacher, while they are speaking!
Procedures:
  1. If you come to the lab sessions with beverages and/or food, eat them out of the classroom door but in front of it!
  2. If you find the computer already started, let the teacher know it, but if you start it before teacher allow you to start it, you’ll be given extra work to do individually and on the lab after the class.
  3. If you play with cables, you will get -10 points from your bonus grades. The reason to be applied this rule and procedure is that playing with electronic cables are DANGEROUS! If you have a broken cable, the cables may cause you to die!!
  4. If you have a question, please raise your hand and wait quietly!
  5. If you come to the lab session with your wet hands, DO NOT use computers or even touch them and any cables! They can also be DANGEROUS and FATAL! Please raise your hands quietly and say the situation to teacher, he will give you napkin.
  6. Without any important reasons If you disturb someone while he/she saying something, you’ll get a warning first. If you repeat this for a second time, you will cause your bonus grades to decrease by -5.
Note: This is a part of a whole article written by me. That is, you will find its continuation with this link.

Writer: yazar@yokartikya.com

Physical Environment of a Computer Lab


Physical Environment of a Computer Lab (2/5)

The physical environment of the classroom is arranged in the way that facilitates learning. It aims to create most effective learning environment for students. In my subject, I think there are several types that can be applied. 
First example as an ordinary and generally used in labs’ arrangement:
http://cvs.snaz.org/images/roomlayout.gif
Second one that I have designed:
This picture and classroom design belongs to me. They all are designed by me.
For use, please ask permission!
What I want my computer labs’ environment is certainly this type of arrangement. But, let’s begin to consider both of them advantages and disadvantages basically.
First example;
Second one that is my favourite:
Also in the second example, there should be a digital projector on the top. Lightning should be setup in the way shown below:

This picture and classroom design belongs to me. They all are designed by me.
For use, please ask permission!
When a discussion/decision session occurs, the lights numbered 2 should be opened. While students are working in a task using computers, lights numbered 1 should be opened. This will also help them focus on task and provide with a healthy lightning setup.

Note: This is a part of a whole article written by me. That is, you will find its continuation with this link.

Writer: yazar@yokartikya.com