hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2014 Pazartesi

Üniversite ve Üniversiteden Sonrası

Uzun bir süre sonra tekrar merhabalar.. Yazının başlığından neden uzun zamandır yazmadığımı anlamışsınızdır. Yazmadığım süreç içerisinde merak edip "Öldün mü neden yazmıyorsun?" diye e-posta atan kişiye merakından ve hemen kötüye yormasından dolayı teşekkür ederim (Bu arada attığı e-postayı cevaplamadım). Yavaştan çalışma hayatına atıldığımdan dolayı ve biraz da üniversite yaşamından sonra gerçek hayatın garip şartlarının verdiği moral bozukluğu sayesinde blog ile fazla ilgilenemedim. Arada işime gelen yorumları cevapladım o kadar. Neyse fazla uzatmadan konuya geçeyim..


Annem emekli olmadan önce, benimle işi hakkında muhabbet ederken arada "İnsanla uğraşmak çok zor." derdi, bende tam olarak ne demek istediğini anlayamaz hı hı deyip dinlemeye devam ederdim. Şimdilerde ise tam olarak ne demek istediğini anlıyorum (İliklerime kadar hissediyorum desem yeridir). Öğretmenlik mezunu olduğum ve çalışma alanımı da ergen kesim oluşturduğu için annemin sözü neredeyse her ders aklıma geliyor.

Üniversitedeyken öğrenci yıllarımda (7 ay öncesinden bahsediyorum) psikoloji ile ilgili olan derslerde şu anda muhatabı olduğum ergenlerle ilgili konular işlenirken içimden "Yaa bunlarla uğraşılmaz, çekemem ben bunları dersi anlatır çeker giderim. Sorunları falan beni ilgilendirmez." derdim. Hatta ders aralarında diğer sınıf arkadaşlarımla da aynı konu hakkında konuşur ve konuşma sonucunda fikir birliğine varırdık. Hatta bizden öğretmen falan olmaz derdik.

Şu zamanda yaptıklarımla o zamanki düşüncelerim bu kadar zıt olur. Şimdilerde öğrencilerimle ciddi anlamda ilgilenip sorunlarını çözmeye çalışıyorum. Harbi harbi öğretmenlik yapıyorum. İşin garibi bahsettiğim durum hakkında konuşup fikir birliğine vardığım arkadaşlarım da aynı durumdalar. Hatta arada görüştüğümüzde şöyle oldu böyle oldu sonra bende böyle yaptım gibi muhabbetler dönüyor. O zamanlar bana bu günlerden bahsedip "İşte sen böyle bir öğretmen olacaksın" deseler "Yav he he!" diyerek kestirip atardım. 

Olumlu bir durumun olumsuza doğru gidiyormuş gibi izlenim vermiş olabilirim, şöyle söyleyeyim durumdan şikayetçi değilim sadece bana garip geliyor. Demek ki öyle uzaktaki bir gelecek hakkında atıp tutmamak gerekiyormuş. O yüzden şimdilerde "Ben asla şunu şunu yapmam." gibi cümleler kurmuyorum. Sonra hayat aynı durumu önüme getirdiğinde  mükemmel bir şekilde yapmam dediklerimi yapıyorum. Hayat dediğimiz kavram etten kemikten biri olsa ve şöyle oturup muhabbet etsek büyük ihtimal bana el ense yapıp "N'oldu la kerata, hani yapmıyo'dun?" deyip birde üstüne kahkaha patlatırdı.

Ah şu insan olarak bizler yokmuyuz. Uzaktan bakıp atıp  tutar, durumu yaşamaya başladığımızda sanki durum hakkında vıdı vıdı yapan biz değilmişiz gibi yaparız. 

Kıssadan hisse: Uzaktan bakıp laf söyleme, durumu yaşamaya başlayınca görürsün ebenin resmini.. Kalın sağlıcakla...

10 Eylül 2013 Salı

Hayatın "Gene" Hali

Memleketime geldiğimde her geceyi geniş bir açı ile iki mahallenin birleştiği noktayı görebilen bir balkonda geçiriyorum. Mutlaka bir muhabbet oluyor, muhtemelen bir çay veya kahve içme seansı ile birlikte... Genelde önümde bir dizüstü bilgisayar olur. Arada dışarıdan olanları incelerim ki bu genelde bağrışan gençler, amaçsızca araba kaydırmaları, kaza yapmaya ramak kalan araçlardan oluşur. Genelde de sıkı bir eleştiri yaparız bu tip olaylara karşı. Beni mutlu eden şeylerde olur tabii; kediyi ezmemek için duran araba, yerden çöpü alıp çöp tenekesine atan biri veya birbirine sarılmış iki kişi... Sanırım bu balkonda oturmak bana yaramıyor. Kendi yazdıklarıma baktım da yaşlılığım pek suskun geçmeyecek yada balkonu işlek bir yere bakmayan bir evde oturmalıyım, neyse...

Bizim balkonun tam çaprazında bir bakkal bulunmakta. Kendimi bildim bileli o bakkal orada ve 2 bakkal amca ile 2 bakkal teyze işletiyor burayı ("Bakkal teyze" ilginç oldu farkındayım). Birileri birileriyle kardeş ama kim kiminle kardeş daha çözemedim. İçki satışı olduğu için genel olarak geceleri bakkal amcalar bakıyor dükkana. İki'den önce yatmayı sevmediğim için her gece marketin kapanmasına şahit oluyorum. Zaten gecenin sessizliğini yırtarcasına duyulan kepenk sesine hiç alışamadım. Her duyduğumda ister istemez bakkalın kapatılışını seyrediyorum. Bunu neden yaptığımı bende bilmiyorum.

Geçen gece gene aynı saatlerde aynı kepenk sesini duydum ve gene bakkalın kapatılışını izledim. Buraya taşınalı 15 yıl oluyor ve aynı durum 15 yıldır yapılıyor. Düşünebiliyor musunuz? 15 yıldır gece 2 civarı hep kepenk kapatıyorsunuz. Büyük ihtimal bu iş 15 yıldan da önce yapılıyordu. Şimdi bir baştan alalım. Her sabah kepenk açılıyor, belli başlı işler yapılıyor, satış falan filan derken akşam oluyor ve tekrar kepenk kapatılıyor. İster inanın ister inanmayın ben bu insanları genelde mutlu olarak görüyorum. Belki işleri bu yüzden iyi ve belki bu yüzden 15 yıldan fazla bakkalcılık yapabiliyorlar. Arada muhabbetimiz de oluyor, bazen 15-20 dk. muhabbet ettiğimiz de olmuştur; ama ben bu zamana kadar bu adamların ağzından hiç monoton kelimesini duymadım. Daha doğrusu hiç işlerinden yakındıklarını görmedim. Hayatlarından mutlular ve gülümsemelerinden anlaşılabiliyor (Burada gözlerinin içindeki gülümsemeden bahsettim). Elbette sorunları vardır, elbette sorun yaşıyorlardır; ama mutlular.

Şimdi de bizim her fırsatta bahsettiğimiz sıkıcı hayatımıza gelelim. Aslında bakarsanız herkesin hayatı monoton ve sıkıcı. Bir öğretmen "Ben bugün Finlandiya'da ders anlatacağım!" diyerek evden çıkıp Finlandiya'ya gitmiyor veya bir doktor "Ben bugün Afrika'daki hastaları iyileştirmeye gidiyorum!" diyerek Afrika'ya gitmiyor. Normal olan herkesin hayatı bizim bakkalınkinden pek farkı yok. Biri kepenk açıyor, öbürü yoklama alıyor, bir diğeri de reçete yazıyor. Yapılan işler değişse de bunlar her gün yapılıyor. Ama ne hikmetse piçin biri monotonluk diye bir şey çıkartmış duyan herkes işinden nefret etmeye başlıyor.

Sanırım bir şeylerin farkına varılmasından kaynaklı bir durum. Her gün araba kullanmak, her gün yemek yapmak gibi eylemlerin başına her gün geliyorsa monoton olmuş oluyor. Monoton olmayan bir şey bulmak samanlıkta iğne aramaya benzetiyorum. Çoğu yaptığımız şey monoton zaten. Açıkçası insan olarak neyin peşindeyiz pek bir fikrim yok. Hiç bir şeyden memnun olmuyoruz. Dünya 6 milyardan fazla yıldır dönüyor bakalım o ne zaman monoton bir şey yaptığını düşünüp ters yöne dönecek.

Her işin kendine has rutin işleri vardır elbet. Bunları problem haline getirmek kendi kendimizin canını sıkmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum. Kalın sağlıcakla.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Karşı Kaldırımdan Yürümek


Yaşama faklı gözle bakmak farklı duygular katar. Bu bazen pişmanlık olur bazen de mutluluk. Çoğu zaman da bir şeylerin farkına vardığımızı görmüş oluruz. Önemli olan farklı bir açıdan bakabilmektir. Hani siyasilerin sürekli kullandığı bir deyim vardır, at gözlüklerini çıkartmak diye, hiç farkında olmasak da bazen yürüdüğümüz yola bile at gözlükleriyle bakıyoruz. Her gün aynı yoldan yürüdüğümüz halde o yolun sağında veya solunda ne olduğunun bile farkında değiliz.

Geçim sıkıntısıydı, zamlardı, bilmemnelerdi derken sadece önümüze bakıyor ve etrafta olup bitenlerden haberimiz bile olmuyor bazen. Buna hayat şartları diyerek kestirip atmamak gerekir. Bizde biraz boyun eğiyoruz gibi duruyor. Bazen de sadece önümüzdekini takip ederek uçurumdan atlayacağını görsek de devam ediyoruz. Kafamızı yandan çıkartıp "Nereye gidiyoruz?" demek aklımızın ucundan geçmiyor. Sonrada diyoruz ki; kafamız çok dolu.

Belli bir sistemin içerisinde yaşıyoruz, buna kimsenin karşı çıkacağını zannetmiyorum. Bana göre tek yaptığımız hata o sistem gerekliliklerini harfiyen uygulamamızdan geçiyor. Buna da monotonluk deniyor. Sistem bize Ev-İş arasında bir hayat gösteriyor bizde bunu yapmakla yükümlü olduğumuz bir şey olarak görüyoruz. Farklı bir şey yaptığımızda da günah işliyormuşuz gibi gözüküyor. Her gün evde yemek yiyen biri eşini ve çocuklarını alıp yemeğe çıkıyor sonra evde kafasını yastığa koyduğunda "Yahu acaba gitmesemiydik? Boşuna para harcadık." diye günah çıkartmaya başlıyor.

Çok değil bundan 3-4 hafta önce sevgili babaannemler bizi ziyaret etmeye geldi. Otobüs garına gidip onları aldım. Halk otobüsüne bindiğimizde babaannem ikide bir "Ne kadar yeşilmiş buralar" deyip duruyordu. Bende "Neymiş bu yeşil olan?" diye otobüsün camından gittiğimiz yolun çevresini incelemeye başladım. Komik ama her gün gittiğim yolun etrafının nasıl yeşil olduğunun farkında bile değilmişim, içimden "Hakikaten yeşilmiş yahu!" dedim. Sonra farkına vardım ki ben sadece otobüsün gittiği yolu izliyormuşum sağında solunda ne var diye hiç bakmıyormuşum. Resmen otobüs hattının oluşturduğu sisteme bile ayak uydurmuşum. Otobüsün bir parçası gibi... Kim sorsa insan...

Aradan bir kaç gün geçince okuldan kursa doğru gidiyorken gene böyle bir durum içerisinde buldum kendimi. Kaldırımın üzerinde kursa doğru giden, kulağında trafik seslerini duymamak için çalan bir müzik ve öne bakar pozisyonda hızlı adımlar. Sonra kafamı kaldırıp kulaklığımı çıkarttım. Gene iğrenç trafik sesleri gelmeye başladı. Sonra farklı bir şey yapmak amacıyla yolun karşı kaldırımına geçtim. O tarafta da uzun ağaçların bulunduğu bir park var. Yürümeye başladım, sonra kulağıma kuşların sesleri ve parkın içinde bulunan havanların sesleri gelmeye başladı. Ağaçlar, kuşlar, hayvanlar ve gördüğüm yerler yeşil. Aslında farklı bir şey yapmadım sadece yolun karşısından gidiyordum. İşte o zamana kadar ben sadece trafiği ve insan kalabalığını görüyormuşum. Onuda yolun karşı tarafına geçince anladım.


Bakmakla görmek arasında fark var derler ya, tam da o hesap (Bu arada yukarıdaki video 3 Idiots diye bir filmden izlemenizi tavsiye ederim). Sanırım bazen biz sadece bakıyoruz ve sadece bakmak istediğimize bakıyoruz. O zamanda görmeyi unutuyoruz. Sonra da diyoruz ki monotonluk ve hayat şartları. Bazen karşı kaldırıma geçmek gerekir. Sağınıza solunuza bakmayı unutmayın, sağlıcakla kalın.

26 Ekim 2012 Cuma

Hayatın İçine Etmek

Başlığı koyarken ufak bir zorlanma yaşadım; çünkü cümleye "Hayatın içine..." diye başlayınca insanın sonuna "sıçmak" kelimesini kondurası geliyor. Sonra kedi kendime "Yazının başlığına sıçmak diye bir şey yazmalı mıyım?" diye soru sordum "dikkat çeker, komik olur, ilginç olur..." diye yanıtlar aldım; ancak google'ın arama motoruna "Sıçamıyorum" gibi bir şey yazıldığında benim bloğun çıkmasını istemiyorum, bu yüzden "Etmek" kelimesiyle değiştirdim. Başlıkları koymada böyle sıkıntı yaşarken, geçtiğimiz günlerde "kendi anası ile yatak hikayeleri" yazıp benim bloğu bulan arkadaşı tebrik ediyorum. Saçma yerlerde benim blog çıkmasın diye uğraşırken böyle uzun bir anahtar kelime yazıp burayı bulması büyük başarı. Bir gün karşılaşırsak elini sıkmayı düşünüyorum.

Konuya giremeden böyle bir durumdan muzdarip olduğumu belirterek, yazmak istediğim konuya başlamak istiyorum. Türkiye de yaşamak zaten hayatta kalma çabası içerisinde olmak demek. Aslında bu memlekette yaşayarak hayatın içine etmeyi kendiliğinden yaptırtabiliriz. Sizin tek yapmanız gereken halk otobüsüne binmek. İşte o otobüse binerek hayatınızın içine etme biletine sahip olabilirsiniz. Olay çok basit: İki adet aynı hatta çalışan kendini bilmez şoför otobanda yarışa tutuşurlar, sonra kaza olur, şanslı iseniz veya Allahın sevgili kulu olmak diye tabir edilen durumda olmayı başarabildiyseniz ya oracıkta ölürsünüz ya da ufak sıyırıklarla kazayı atlatırsınız. Aksi takdirde kısa çöpü çektiniz demektir.

Senenin ilk dersine giren hocanın kurduğu ilk cümle şu oldu: "Ben burada tesadüfen yaşıyorum" ilk başta derste dikkat çekmek için yaptığını düşündüm; ancak başından geçenleri bir anlattı, tesadüf kelimesi bile zayıf kaldığını anladım. Başından geçenleri aklımda kaldığınca anlatıyorum: Sağcılığın ve solculuğun aşırı yaşandığı dönemde rahmetli Ecevit televizyona çıkıp "Terörü bitirdik" açıklaması yapıyor. O açıklamayı yaptıktan sonra bizim hoca da "Nah bitirdin, birazdan bombalar patlar" cümlesini kuruyor. İşte o aralar sokağın bir yerinde patlama oluyor. Bizim hoca da bakmak için balkona çıkıyor. Ortalığa bakınırken orada film kopuyor ve gözlerini hastanede açıyor. "Ne oldu bana?" gibi sorular sorarken, meğersem diğer bombada bunların balkonda patlamış. Adam hastaneye kaldırılmış, bağırsaklarının bilmem kaçı kesilmiş, iyileşmiş falan... Daha sonra bir müddet işsiz kalmış. Özel üniversitede çalışmış. Emeklilik isteyince ikramiyesi verilmemiş ve üniversite ile mahkemelik olmuşlar. Aradan 8 yıl geçmiş mahkeme bunun haklı olduğuna karar vermiş, hakkı verilmiş anladığım kadarıyla. Yaş olmuş 50-60 arası bir şey, yeni yeni düzene oturmuş bir hayatı var. O da gördüğüm kadarıyla. Sonuç ne? Bildiğin birileri bu adamın hayatının içine resmen sıçmış. Yaşanan yer? Türkiye. Bitmiştir.

Son iki örnek başkaları tarafından, yaşamlara edilen müdahaleler sonucu ortaya çıkan boktan durumlarla ilgiliydi. Birde kendi kendimize yaptığımız şeyler var. Ben buna "Kişinin kendine koyduğu çember" olarak tanımlıyorum. Bu çemberi anlatmadan önce Elif Şafak'ın çember ile ilgili TED'te anlattığı hikayeyi de ele almadan da önce, bir şey anlatayım. Ben bu bayana mail attım. Dedim yazınızı bloğum da yayınlamak istiyorum izin verir misiniz tarzında. Hiç beklemiyordum ve sonuçtan çok umutsuzdum. O umutsuzluğum doğru çıktı ve cevap mevap gelmedi. Şu an itibariyle bundan sonra yazdığım kalın ve italik olan yer bana ait bir düşünce değildir. Elif Şafak'ın sitesinde bir yerde bulabilirsiniz. Ne diyor bu bayan çember ile ilgili hikayede?:

... ama bir de geometrik bir şekil kullanacağım: çember. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız. Fransa Strasbourg´da Türk bir anne babanın çocukları olarak doğdum. Kısa süre sonra ebeveynlerim boşandılar, ve ben de annemle beraber Türkiye´ye döndüm. O günden sonra, bir dul annenin yetiştirdiği tek çocuk olarak büyüdüm. 1970´li yılların Ankara´sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu geniş ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise gene beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı def etmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi. Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi. Bu, ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten biri oldu. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. ...


Son noktaya dikkat lütfen! Ne diyor? "... bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. ..." işte o kalın duvarları biz beynimizde koyuyoruz. Küçüklükten itibaren çocuk "Ben matematiği yapamıyorum!" diye milyon defa söylüyor ve gerçekten de yapamıyor. Çünkü matematiği yapabilme inancının etrafı kalın duvarlarla çevrili eğer o duvarı yıkarsa matematiği yapar.

Bir insanın ruhunu çembere almak, cümlesini anlamlandırmak zor değil bu çember bir anne olarak siz de olabilirsiniz, bir ders olarak kişinin kendisi de olabilir, koskocaman küresel bir ideoloji de olabilir. Önemli olan çembere almak. Bundan sonra kalınlık ta önemli değil. Sonuç olarak her yerimizin kapalı olduğu bir yerdeyiz, ne önemi var kalınlığın? O duvarı yıkmaya yeltenmedikten sonra?

Bir gün kendinize koyduğunuz çemberin dışına çıkmayı başarırsanız o zaman kendi hayatınızın, nasıl içine ettiğinizi görürsünüz. Bir çemberi koymak için "ben bunu yapamam" demek yeterlidir. Bunun sayesinde hayatımızın içine edecek büyüklükteki bir çemberi hayatımızın içine sokmuş oluruz. O çemberleri yıkmanız dileğiyle kalın sağlıcakla.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Öylesine Yaşamlar

Çok fazla görüyoruz çevremizde, herkes öylesine bir hayatın ucundan tutmuş öylesine yaşamlarını sürdürüyorlar. Yaptıkları işlerde öylesine oluveriyor, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Bir yerden sonra alışıyorsunuz öylesine yaşayanlara. Sonra bir bakıyorsunuz sizde öylesine yaşıyorsunuz. Peki nedir öylesine yaşamak? Yapacağınız bir işin en vasat haliyle yapmak yada onu bile yapmamak.

Nedenlerine gelirsek kimse olmak istediği yerde olmadığından dolayı gerçekleşen bir sonuç olarak görüyorum. Mesela siz küçüklüğünüzden beri tiyatroda oynamak istiyorsunuz; ama geldiğiniz nokta avukatlık. Sizce ne kadar verimli olabilirsiniz? Bence en verimli halde işinizi yapamıyorsunuz çünkü yapmak istediğiniz iş bu değil. Gel gelelim yaşam mücadelesine. Bu mücadeleyi vermek için para kazanmak zorundasınız, geldiğiniz nokta da avukatlık, ne yapacaksınız? Avukatlık; ama nasıl avukatlık? Yaşam mücadelenizi gerçekleştirmek için yapacağınız bir avukatlık yani öylesine avukatlık. Kısaca sizi belli koşullar altında gelmek zorunda kaldığınız noktadan devam etmek zorundasınız; ama istediğiniz nokta hiç bir zaman o değildi. Bir şekilde bu noktadan devam etmektesiniz ve isteyerek yapmıyorsunuz. İstemediğiniz durumlar altında bu noktaya geldiğiniz için içinizden gelmeyerek bir şeyler yapıp yaşamınızı devam ettirmeye çalışıyorsunuz. İşte ben buna öylesine yaşam diyorum. İstediğinizi yapamayıp hayatınızı geldiğiniz durum ile devam ettirme hali.

Şöyle bir etrafınıza bakın, her taraf olmak istemeyipte yapmak zorunda olduğu işe sahip insanlarla kaynıyor. Bütün Türkiyeyi bir alana toplayıp "Kim istediği işi yapıyor? Parmak kaldırsın" diye sorsak, parmak kaldırmayanlardan dolayı parmak kaldıranlar gözükmez. Bunun sonucunda ne oluyor? Hiç bir iş istenildiği gibi olmuyor, herkes mutsuz ve herkesin kafası eskiden kurduğu hayallerde. Üç adım ileri gidip iki adım geriye gidiyoruz daha doğrusu gitmek zorunda kalıyoruz. Hatta bazen bir bakıyoruz hala olduğumuz yerdeyiz.

Mesela eğitim sistemimiz, öylesine yapılmış bir sistem. Kim sorsa eğitim sistemine sahibiz. Bu eğitim sisteminden geçen çocuklarımızı PİSA sınavına sokuyoruz, sondan ilk onda oluyoruz; çünkü öylesine eğitim sistemimiz var. Olması gerektiği için olmuş bir şey... Herkesin bildiği bir sorundan ele alayım. Ehliyeti neden bize veriyorlar? Otobanda 200 km hız ile gidip kaza yapmamız için mi? Bu akşam haberleri açın, en az bir tane trafik kazası göreceksiniz, oda büyük ihtimal İstanbul'da olmuştur bu yüzden televizyona çıkmıştır. Televizyona yansıyanlar haricinde Türkiye'de o kadar çok kaza oluyor ki sanki ehliyet kaza yapmak için verilmiş. Bana kalırsa o ehliyetin hiç bir anlamı yok. Sadece prosedür gereği verilmiş mavili beyazlı bir belge; ama alan ile almayan arasında hiç bir fark yok. İkisi de trafik kurallarından habersiz işler çeviriyor, yani öylesine ehliyet veriliyor. Zaten almasıda çok kolay, son 10 yılın sorularını çözüp sınava girin 2 veya 3 tanesi hariç hepsi aynı çıkıyor; çünkü soruları hazırlayan adamlarda hazırlamak için hazırlıyor, yani öylesine. Sonra biraz araba kullanmasını öğrenip sınava girseniz yeterli, ehliyeti alıveriyorsunuz. Trafik kurallarını falan boş verin zaten kimsenin uyduğu falan yok. Herkes ölümüne araba kullanıyor.

Kısaca ülkemizde o kadar çok öylesine işler var ki, bütün halk baştan aşağıya öylesine yaşantılarla dönüyor. Hiç kimse de buna tepki göstermiyor; çünkü yaşadığımız hayata öylesine bakıyoruz. Kalın sağlıcakla.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Hayat

Herkesin çeşitli düşünceleri vardır hayat hakkında. Kimisi lanet eder, kimisi güzelliğinden bahseder, kimisi de hayatın kendisiyle uğraştığını söyler; ama mutlaka bir düşüncesi vardır. Burada hayatın tanımını yapmaya çalışmayacağım nede olsa herkesin bir düşüncesi bulunmakta.

Öncelikle herkesin ağzındaki lafı masaya yatıralım "Hayat adil değil" evet değil; ama bir yere kadar. Hayata başlamanız için ilk önce doğmanız gerekir, işte o doğduğunuz ortam adil değildir. Kimisi zengin bir iş adamının oğlu veya kızı olarak doğar, kimisi fakir. Daha sonra büyüdükçe sunulan imkanlar kişiden kişiye değişmek üzere farklılaşır. Bu duruma kadar hayat adil değil diyebiliriz. Yani seçim yapamadığımız alanda (Aile, Cinsiyet vb.)  adillik aranabilir. Seçim yapmaya başladığımızda hayat bizim önümüze bir sürü seçenek sunar. En mantıklısından en mantıksızına kadar bir sürü seçeneğimiz olur elimizde. İşte burada seçtiğimiz seçenekten çıkan sonuçlara "Hayat adil değil" diyemeyiz; çünkü onu biz seçtik. Seçeneğin sonuçlarını düşünemediysen bu senin hatan, hayatın seninle uğraştığı falan yok. İşler ters gitmeye başlayınca bok atacak birini ararız, onuda bulamayınca "hayat" dediğin kavramın ağzına sıçıp sıvarız.

Hayat iki tarafında raflar bulunan bir yoldur. Bu raflarda da seçenek dediğimiz kutular bulunur. Siz o yolda ilerlerken, raflardan bir şeyler seçer önünüze koyarsınız. Koyduklarınız seçenek olmakla beraber aslında birer engeldir. Bu engelleri de ancak aşarak ilerleyebilirsiniz. Bazı kutular da birbirine değer. Eğer o değen yerleri göremezseniz istediğiniz kutuyu çekerken başka kutular da düşer önünüze. Onları aşamazsanız, orada takılır kalırsınız.

Seçeneklerimizle önümüze koyduğumuz engelleri aşamayınca hayatı suçlarız ya, bir de hiç bir şey yapmayan birini düşünün. O yolda öylece ilerliyor. Seçim yapmadığı için önüne engel de çıkmıyor; ama boş ve olduğu yerde sayan biri. Şimdi hayat bu kişiye adil mi davrandı? Hayır, o önüne hiç bir engel koymadığı için kendine adil davrandı. Seçenekleri seçmeyi deneseydi onunda birbirine değen kutuları olacaktı. O da engelleri aşmaya çalışacaktı falan filan.

Kimi kutular vardır bunlar da yola çıktığınız günden beri yolunuzun üzerinde durur. En başa doğumunuza dönelim. Yola çıktınız. Önünüzdeki ilk engel (kutu) doktora ayaklarınızı değil, başınızı vermek. Başı çıkarttık sırada nefes almak var; zaten o engel de yolunuzun üzerine önceden koyulmuş. Bunun gibi önceden koyulmuş engelleri hayat koyar yani seçim yapmadan, kendi rızamız olmadan koyulmuş olanlar.

Raflı yolda ilerlerken geri dönüş yoktur. Hep ilerlemek zorundasınız, bunu da zaman olarak tanımlayabiliriz. Her adımınız bir zaman dilimi desek daha iyi. İlerledikçe bazı kutular değişir, bir daha raflarda bulunmamak üzere değişir. Mesela 90 yaşındaki bir adamın ilerlediği yolda olimpiyatlara katılma ile ilgili bir kutu yoktur. Bazı kutularda her zaman vardır. Ne kadar ilerlerseniz ilerleyin her rafta mutlaka bulursunuz. Özellikle tehlikeli işler ile ilgili kutulara çok yakındır. Değmez bile resmen yapışmıştır. Siz o kutuyu çekerseniz, her zaman bulunan kutuda onunla beraber düşüverir önünüze. O kutunun adı ölümdür. Trafikte hız yapmayı seçerseniz, ölümüde seçmiş olursunuz.

İlerlediğiniz yolun sonu bellidir. Çoğu insan hep o yolda ilerleyeceğini düşünse de mutlaka yolun sonunu bulur. İşte o son, raftaki tek kutudur. Bazen önünüze kendi düşer, bazende siz çekersiniz. Her canlının bir gün bulacağı kutu. Ölüm.

Yazı çok karamsar bitti be, güzel bitsin istemiştim yapamadım. Fıkra anlatayım bari. Temel'in 12 tane oğlu varmış. 11 tanesi askerdeyken 12. oğlunu da çağırmışlar. Temel kızmış. Ula söyleyin padişahınıza, benim şeyime güvenip sağa sola savaş açmasun daa demiş. Kalın sağlıcakla.